Geleceğe ya da geçmişe...
Her dakika, her saniye izlendiğiniz, kimseye güvenemediğiniz, gerçekliğin olmadığı ve yapılanın yok edildiği bir gelecek... Hiç bitmeyen, hiçbir yere varmayan, amacı sadece üretim fazlasını eritmek olan, yıpratıcı ve sürekli bir savaş... Düşünmeyi neredeyse imkansız hale getiren yeni bir dil.... Kimseye güvenemediğin, yapayalnız kaldığın, belki de yapayalnız kalmaya zorlandığın bir toplum. Sınıfları yok etmesi gerikirken aksine sınıf farkından güç alan bir iktidar.
Sadece “onlar”ın istediği kadar sorgulayabildiğin, sadece “onlar”ın istediği kadar hatırlayabildiğin ve kendi gerçekliğine bile güvenemediğin bir gelecek. Korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyası, kendini yetkinleştirdikçe daha az acımasız olacak yerde daha da acımasız olan bir dünya.
Farkına vardıkça sana daha çok acı veren bir gerçek. En iyisinin bilmemek, hissetmemek, hatırlamamak ve sadece körü körüne Parti’ye inanmak olduğu korkunç bir düzen.
Ne kadar az bilirsen o kadar iyi. Partinin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı. Hiçbir şeyi kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kurşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu. Ne zaman hissiz bir makine olabilmişsen işte o zaman Parti’nin istediği insan tipi oluyordun. Ne kadar az düşünürsen o kadar iyidi. Ne kadar az düşünürüsen, yarattıkları o sahte cennete o kadar inanıyor; Büyük Birader’e o kadar tapıyordun.
Winston Smith bazı şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydı. Hep partinin içindeydi aslında. Dış parti üyesiydi. Partinin konutlarında oturuyor, partinin cinini içiyor, partinin yemeklerini yiyordu. Gerçeği değiştirmede, tarihi yeniden yazmada oldukça önemli bir görevi de olduğu söylenebilirdi. Artık varolmayan insanları tarihten de siliyor, sanki hiç dünyaya gelmemişler gibi gösteriyordu. Büyük Birader’in eski demeçlerinde geleğe yönelik gerçekleşmeyen vaatleri, daha çok beklenebilir vaatlere dönüştürüyor; istatisliklerin rakamlarını değiştiriyor, hatta bazen yepyeni bir insan bile yaratabiliyordu. 1984’te bunu basit bir bürokrat bile yapıyordu. Tarih sürekli yazılıyor ve sürekli yazılmaya da devam ediyordu. Mantık basitti. “Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.”
Partinin yarattığı o toz pembe geçmiş ve gelecek... Onlara bile, bir süre sonra inanmaya başlıyordun. Acı veriyordu ama inandırıyorlardı bir şekilde.
Winston’da içten içe bir Parti nefreti, Parti’ye karşı bir başkaldırı alevleniyordu. Düşünebilen herkes Parti’nin yalanlarının farkına varabilirdi. Sana istediğini söyletip, istediğini yaptırabilseler de zihnini okuyamıyorlardı. İçine giremiyorlardı. Bazen tek kaçış yerin de zihnin oluyordu zaten. Ama bu bile riskliydi İngsos’un kurduğu düzende. Düşündüklerin herhangi bir şekilde; bir bakış, bir mimik ya da bir memnuniyetsizlik ifadesi olarak dışavurabiliyordu. İnsanın zihni, belki de insanın en büyük düşmanıydı bu yeni düzende.
İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de. Winston’ı yiyip bitiren bir hayali vardı. İç parti üyelerinden O’Brien’ı rüyasında görmüştü. O’Brein rüyasında ona “Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.” demişti. Her taraf karanlık olduğundan söyleyenin kim olduğunu görememişti. Ama O’Brien olduğundan neredeyse emindi. Winston, O’Brien’ın onu anlayabileceği hissene kapılmış, -belki de- onun da onu gibi düşündüğünü düşünmüş ve birlikte Parti’yi yok edebilecekleri fikri canlanmıştı kafasında. Winston’ın tek istediği anlaşılmaktı aslında.
Zaten Parti, sevmeyi, sevilmeyi imkansız kılan bir dünya yaratmıştı. Sadece kendini düşünmezsen hayatta kalmak zordu. Her saniye tetikte olmalı, her saniye onlar gibi düşünmeli, aslında senin düşmanın haline gelmiş zihninde Parti’ye karşı, en ufak karşıt bir fikir oluşmamalıydı. Hala insan gibi yaşamayı sürdüren kesimse proleterlerdi. Hala sevgi, hoşgörü, bağlılık ve her şeyden önemlisi insanlık; proleterler arasında varlığını sürdürüyordu. Parti’ye bağlılığın temelinde bile sevgiden çok korku yatıyordu. Zaten bu yüzden Parti’ye körü körüne bağlı olan Parsons bile uykusunda “Kahrolsun Büyük Birader!” dediğinden düşüncesuçluları arasındaydı. Ve daha da korkunç olanı onu şikayet eden öz kızıydı.
Partinin mantığı basitti. Önce seni neredeyse Parti’yi sevmediğine inandırıyor, düşüncesuçlusu ilan ediyor ardından saatlerce sorgular yapıp seni de suçlu olduğuna inandırıyorlardı. Yapmadığın suçları itiraf ettiriyorlar, bir süre sonra kendi zihnine, kendi kendine inandırmamayı başarıyorlardı.
Winston hayranlık duyduğu O’Brien tarafından işkence görüyor, onun tarafından Parti’nin haklı olduğunu kabul ettirmeye kadar giden korkunç sorgulamalara giriyordu. Aslında en çok güvendiği kişiler bile ona düşmandı. Hem de başından beri. Yaklaşık yedi yıldır Parti bunun farkındaydı ve başarılı bir planla Winston’ı da düşüncesuçlusu yapmışlardı işte.
Winston ve Julia’nın ilişkisiyse göründüğünden çok daha karmaşıktı. Winston, Julia’yı Parti’nin bir yansıması olarak görüyordu. Hatta bu yüzden başlarda ondan nefret ediyordu. Beline bağladığı kırmızı kemer, onun “Seks Karşıtı Gençlik Örgütü”ne üye olduğunu gösteriyordu. Ve yasaklar Winston’ın Julia’yı daha da çok istemesine sebep oluyordu. Julia, Winston için temelde Parti’nin vücut bulduğu şekliydi. Belki de Parti’den çok Parti’ye başkaldırışın simgesiydi. Partiye bağımlı bir kadınının, Parti’ye karşı çıkmasından daha güzel ne olabilirdi ki. Onunla ilgili kurduğu hayallerde bile bunu açıkça görebilirdiniz.
“Winston’ı asıl afallatan kızın giysilerini bir kenara fırlatışı karşısında kapıldığı hayranlık oldu. Genç kız bu hareketindeki zarafet ve umursamazlıkla Büyük Birader’i, Parti’yi, Düşünce Polisi’ni tek bir benzersiz kol hareketiyle yok edebilirmişçesine bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yerle bir etmişti sanki.”
Julia Winston’ın eline “Seni seviyorum” yazan o kağıdı tutuşturduğunda Winston, Julia’nın düşündüğü kadar Parti’ye bağımlı olmadığını anladı. Kural basitti: Küçük kurallara uyarsan büyük kuralları çiğneyebilirdin. İki dakikalık nefret seanslarında kendinden geçip, bağırıp, çağırıp Parti’yi savunabilirdin ama aynı zamanda Parti üyeleriyle yasak ilişkiye de girebilirdin.
Julia da Winston gibi Parti’yi sevmiyordu. Ama ondaki nefret sadece kendi yaşantısına etki ettiği kadardı. Toplumsal açıdan Parti’nin yarattığı düzen, geçmişin değiştirilmesi umrunda bile değildi. Onun hayatına etki ettiği kadar suçluydu Parti. Ama yine de bu başkaldırış Winston’ın hoşuna gidiyordu. Arada bir buluşuyorlardı. Oysa artık katıksız aşk ya da katıksız şehvet diye bir şey kalmamıştı. Her şeye korku ve nefret karıştığı için artık hiçbir duygu katıksız değildi. Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. Partiye indirilmiş bir darbeden farksızdı. Siyasal bir eylemdi.
Yozluğu anıştıran her şey Winston’da çılgınca bir umut doğururdu. Kimbilir belki de parti içten içe çürümüştü, emek ve özveriye tapınma kötülükleri örtbas eden başka bir şey değildi belki de. Julia’nın o tüm saf temiz duyguları, Parti’ye itaatkarlığı temsil edişinin altında yatan o başkaldırı, yozluk; Winston’ın Julia hakkında en sevdiği şeydi belki de.
Partinin yaptığı en korkunç şeylerden biri de size içgüdülerin, duyguların hiçbir işe yaramayacağına inandırmak, ama aynı zamanda sizi maddi dünya karşısında tamamen güçsüz bırakmaktı. Parti bu konuda başarılıydı da. Winston da Julia da birbirine deli gibi aşık görünse de yakalandıkları zaman sorguda ikisi de birbirine ihanet etmişti. Çünkü sevginin ne olduğunu ikisi de bilmiyordu. Partinin yarattığı bu korkunç düzende yetişmişlerdi. Ve son ana kadar direnseler bile; Parti, onları birbirini sevmediğine inandırabilmişti. Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir. Winston da Julia da insan kalamamıştı işte. Parti öyle bir noktaya getirmişti ki onları, ikisi de birbirinin adını haykırmıştı. Onu alın, bana dokunmayın demişti. Her gün, her saat hayata dört elle sarılmak, gelecekten yoksun olduğunu bile bile günübirlik yaşamayı sürdürmek, tıpkı hava olduğu sürece nefes almak gibi karşı konulmaz bir içgüdüydü. Parti yine başarmıştı.
“Onlardan nefret ederek ölmek, özgürlük buna denirdi işte.”
Sevgi Bakanlığı’nda gördüğü onca işkencede bile Winston’ın içinde Büyük Birader’e karşı bitmek bilmeyen bir nefret vardı. Ona ismini haykırtmışlar, onu sevdiğini söylettirmişlerdi. Ama hala sevmiyordu işte. Aklının içine girememişlerdi.
Ancak dışarı bırakıldığında, kendini Kestane Kahvesi’nde cinini yudumlarken ve Afrika harekatından gelecek sonuçları heyecanla beklerken bulmuştu. Okyanusya’nın, Büyük Birader’in içten içe başarılı olmasını istiyordu işte. Ve kazandıklarını duyduğu zaman yıllardır hissetmediği o duyguyu hissetti. Mutlu olmuştu. Bağırmak, haykırmak, mutluluğunu göstermek istiyordu. Sırf bunun için kilometrelerce yürüyebilirdi. Olmuştu işte. Başarmışlardı. Winston da onlar gibi olmuştu. Winston Büyük Birader’i hayatında ilk defa gerçekten seviyordu.
TEK DÜZEN ÇAĞINDAN, YALNIZLIK ÇAĞINDAN, BÜYÜK BİRADER ÇAĞINDAN, ÇİFTDÜŞÜN ÇAĞINDAN SELAMLAR!
Hiç yorum yok: