Blog Logo
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2019

Küçük Joe / Little Joe (2019) Film Eleştirisi


İngiltere, Avusturya ve Almanya'nın ortak yapımı Küçük Joe filmini izledim. Cannes Film Festivalinde gösterilen filmin yönetmen koltuğunda Avusturyalı yönetmen Jessica Hausner oturuyor. Başrollerinde Emily Beecham (Alice Woodard), Ben Whishaw (Chris), Kerry Fox (Bella) ve Joe Woodard rolüyle Kit Connor yer alıyor. Küçük Joe, Emily Beecham'a Cannes Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırmıştı. Yazıda filmi ayrıntılı şekilde ele alacağım. Dolayısıyla filmi henüz izlemediyseniz doğrudan sonuç bölümünü okumanızı öneririm. İyi okumalar!

Konu

Genetik mühendisi Alice, insanları mutlu eden bir bitki geliştirir. Ancak bir süre sonra bitkinin insanlarda farklı bir etkisi olduğunu fark eder.

Film Üzerine Düşünceler 


Bilim insanı Alice, insanları mutlu eden bir bitki geliştirir. Uzun süre dayanıklı olup az bakım isteyen yeni bitkilerin aksine, bu bitki sürekli ilgi beklemektedir. Karşılığında da insanların oksitosin salgılamasını sağlayan bir koku yaymaktadır. Alice, geliştirdiği bitkisinin adını oğlunun adı olan Joe'dan esinlenerek "Little Joe" koyar. Ancak bir süre sonra Little Joe'nun yaydığı polenlerin bir şekilde insanların kişiliğini değiştirdiğini fark eder. 

Film mutluluğu, hayatın anlamını, duyguların içtenliğini ve gerçek kişiliğimizin nasıl olduğunu sorguluyor. Mutluluk nedir? Ne zaman mutlu oluruz? Bize birinin ihtiyaç duyması mı bizi mutlu eder? Filme göre bu yüzden Little Joe'yu seviyoruz. Anneleri mutlu eden de tam olarak budur: sürekli ona ihtiyaç duyan birinin olması.



Alice, Little Joe'yu onu üreyemeyecek şekilde geliştirir. Little Joe da üremek için bir yöntem geliştirir ve polenleri aracılığıyla insanları etkilemeye başlar. Böylece onun polenini soluyan insanlar onu korumak için ellerinden geleni yapmaya ve Little Joe'yu yaymaya çalışmaya başlarlar. Bu insanlar Little Joe'dan daha fazla başka hiçbir şeye değer veremez hale gelir. Artık onlar başka biri olmuştur ancak eski kişiliklerini taklit etmektedirler. Sanki kendi kendilerini oynamaktadırlar.  Aslında Little Joe'nun insanlara yaptığı bu etki, çocuklarının annelerine yaptığından farklı değil. Anneler, çocuklarını korumak için ellerinden geleni yaparlar. Çocukları hayatlarının anlamı, öncelikleri haline gelir. Sanki onların dışında hiçbir şeyin anlamı yoktur. Bir kere çocukları oldu mu artık onlar eskisi gibi değillerdir. Sadece eski kişiliklerini oynamaktadırlar. 

Film aynı zamanda hayatımızın amacının üremek olup olmadığını sorguluyor. Üreyemeyen Little Joe bile, üremek için bir yöntem bulmuştur. Bulduğu yöntem öyle güçlüdür ki milyonlarca insanı etkilemektedir. Bu temayı daha iyi anlamak için filmdeki Bella karakterinden bahsedebiliriz. Bella, mental hastalık geçmişi olan ve Alice ile aynı şirkette genetik mühendisi olarak çalışan yaşlı bir kadındır. Filmden bekar olduğunu anladığımız Bella'nın Bello isimli çok değer verdiği bir köpeği vardır. Üreyememiş ve kendi deyimiyle hayatının amacını yerine getirememiş olan Bella, geçmişte intihar girişiminde bulunmuştur. 

Bello, Bella'nın hayatına yeniden bir anlam katmıştır. Ancak bir gün Little Joe'nun polenlerini soluyan Bello, artık eskisi gibi değildir. Bella çok sevdiği Bello'yu artık eskisi gibi olmadığı için uyutturur. Bu noktada da size ihtiyaç duyan varlığın bir süre sonra ayak bağı olması ve aslında olduğunuz gerçek kişi olmanıza izin vermemesi işlenmiş. İşte böyle bir durumda Bella gibi Bello'yu öldürmek zorunda kalabilirsiniz ya da Alice gibi oğlunuzun değiştiğini fark edip ondan vazgeçebilirsiniz ya da onca emek verdiğiniz Little Joe'ları öldürmeye kalkabilirsiniz.


Daha da ilginci belki de içten içe farklı birisinizdir. Ancak toplumun size dayatmaları yüzünden çocuğunuza da vakit ayırmak zorunda kalıyorsunuzdur. Belki de işinizi çocuğunuza tercih ederdiniz. Yani gerçekten olduğunuz kişiyi inkar ederek hayatınız boyunca bambaşka bir insanı canlandırıyorsunuzdur. İşkolik Alice, her ne kadar oğlunun kendisine ihtiyaç duymasından hoşlansa da aslında o olmasa işine ve kendine daha çok vakit ayırabilecektir. 



Filmin sorguladığı diğer bir şey ise duyguların içtenliğini ölçüp ölçemeyeceğimiz. Bu noktada Chris karakterine değinmekte fayda var. Chris, Alice'ten hoşlandığını söylüyor. Hatta filmin sonlarına doğru, Little Joe'nun polenlerini soluduktan sonra Alice'i de kendi yanına çekmek için ona aşık olduğunu söylüyor. Alice, Little Joe'nun etkisini fark edip iş arkadaşlarına söylediğinde, bölüm başkanı şöyle söylüyor: Kim duyguların içtenliğini test edebilir ki? Gerçekten de öyle. Bazen kendimiz bile duygularımızın gerçek olup olmadığından emin olamıyoruz. Günümüzün büyük çoğunluğunu sahte duygularla geçiriyoruz. Sahte gülümsemeler, içten olmayan üzüntüler, şaşkınlıklar...

Biraz da filmdeki renk kullanımından bahsetmek istiyorum. Her bir sahne için pastel renklerin yanında onları patlatacak canlı bir renk seçilmişti. Mint yeşillerinin arasında koyu mor, beyaz saksıların içinde kırmızı Little Joe'lar. Sakinliğin, dinginliğin içersinde bir patlama. Ayrıca, sahnelerin kompozisyonları çok başarılıydı. Filmi oynatırken herhangi bir anda durdurup fotoğrafını çekseniz çok güzel fotoğraflar çıkacağına eminim. Bu anlamda filmi oldukça başarılı buldum.

Son olarak, oyunculuklara değinmekte fayda var. Ne de olsa film Cannes'dan En İyi Kadın Oyuncu ödülü ile döndü. Emily Beecham'ın performansı gerçekten etkileyiciydi. Ancak onun yanında 2004 doğumlu Kit Connor'ı da takdir etmek gerek. Bence en iyi ikinci performans da onundu.

Sonuç

Her ne kadar filmin işlediği temalar ilgimi çekse de filmi çok beğendiğimi söyleyemem. Bence olması gerektiğinden uzundu. Ayrıca bazı yerlerde konuyu çok dallanıp budaklandırıyordu, gereksiz sahneleri vardı. Ancak kanımca, bir film sizi düşündürüyorsa iyi bir filmdir. Bu film de beni fazlasıyla düşündürdü. Oyunculuklar da başarılıydı. Dolayısıyla, filme 3.5 yıldız veriyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle.

You can find the English version of this review here.

Little Joe (2019) Film Review


I watched "Little Joe" which was produced jointly by the UK, Austria, and Germany. The Austrian director Jessica Hausner directed the movie which was shown at the Cannes Film Festival. Emily Beecham (Alice Woodard), Ben Whishaw (Chris), Kerry Fox (Bella) and Kit Connor (Joe Woodard) are the stars of the movie.  Emily Beecham won the Best Actress award at the Cannes Film Festival with Little Joe. In today's post, I will discuss this movie in detail. Therefore, if you haven't watched the movie yet, I advise you to directly read the Conclusion part. Have a good read!

Theme

Alice who is a senior plant breeder at a corporation engaged in developing new species develops a plant that makes people happy. However, she soon realizes that this plant affects people in a different way.

Thoughts About the Film

Scientist Alice develops a plant that makes people happy. Contrary to the species which are more resistant and therefore ask for less care, this particular plant asks for care all the time. In return, this plant gives off a scent that makes people excrete oxytocin. Alice names this plant "Little Joe" after her son's name. However, soon, she realizes as this plant pollinates, the personalities of people who smell these pollens somehow change.


The movie discusses themes such as happiness, the meaning of life, sincereness of the emotions and what are our true selves are. What is happiness? When are we happy? Does it make us happy that someone needs us? According to the movie, that is why we love Little Joe. That is exactly what makes mothers happy: There is someone that needs them.

Little Joe is infertile. However, it finds a way to breed and starts to affect people through its pollens. Thus, people who smelled its pollens start to do what they can do to protect it and spread it. In the end, these people cannot value something or someone else but Little Joe. They have become someone else now but they still pretend what they used to be. It's like they are playing themselves in a play, or a movie. Indeed, it is no different than the way that children affect their mothers. Mothers do anything they can to protect their children. The children become the meaning of their lives, their first priority. It is like nothing else matters except them. Once they have a child, they are not their old selves anymore. They just start pretending their old personalities.

The film also discusses if our lives based on breeding. Even the plant Little Joe found a way to breed. The way is so strong that influences millions of people. To understand this theme better, we can talk about the character Bella. Bella is an old lady who works at the same company with Alice as a genetic engineer and has a history of mental illness. Bella, as we understood she is single, has a dog named Bello. Since Bella could not produce, in her own words, execute the meaning of her life, she committed suicide in the past.

Bello gave a different meaning to her life again. But someday, Bello smells the pollens of Little Joe and changes. Bella puts Bello down since he is not himself anymore. At this point, the movie examines the situation that the thing which needs you becomes an impediment and does not let you become the real person you are. In these kinds of situations, you could kill Bello just like Bella or like Alice, you can give up on your son since he changed. Even you could try to kill all those "Little Joe"s that you put so much effort into.



Perhaps, in deep, you are a different person but you have to take time with your child because society imposes you so. Perhaps, in the optimal circumstances, you could choose your job over your son. Maybe you are denying who you really are and impersonating another person your whole life. Workaholic Alice could have taken more time to her job and herself if Joe has not ever existed, even though she loves the fact that he needs her.



The film also asks if we could evaluate the sincerity of emotions. We can mention Chris at this point. Chris says that he likes Alice. Indeed, by the end of the movie, after he smelled the pollens of Little Joe, he tells her that he is in love with her to pull her on his side. When Alice realizes Little Joe's effects, her colleague says: Who can test the sincerity of emotions?  Indeed so. Sometimes, even we cannot be sure if our feelings are true. We live with dishonest emotions. Dishonest smiles, dishonest sadness, dishonest astonishments.

I would also like to mention the colors of the movie. Vivid colors are used beside pastel colors in every scene. Dark purple amongst mint green colors; red "Little Joe"s inside white flowerpots. An explosion amongst calmness, serenity. The compositions of the scenes were fascinating.  If you pause the movie and take a picture, it would look pretty. I found this movie successful this wise.

Lastly, it is worth mentioning acting since Emily Beecham won the Best Actress award with this movie at the Cannes. Her performance was pretty impressive. Also, Kit Connor must be appreciated alongside her. I believe he was the second-best acting-wise.

Conclusion

Although I enjoyed the themes of the movie, I cannot say that I really liked this movie. I believe it is too long because there were unnecessary scenes. However, in my opinion, if a movie makes you think, it is a good movie. Also, the performances were great. Therefore, I give 3.5 stars for this movie. I wish I see you in the next post.

Bu yazının Türkçe versiyonunu buradan okuyabilirsiniz.

14 Eylül 2019

Elektrik Savaşları/ The Current War Film İncelemesi


2017 yapımı olduğu halde ülkemizde bu hafta vizyona giren Elektrik Savaşları (The Current War) filmini izledim. Filmi her ne kadar sinematik olarak mükemmel bulmasam da filmin bana düşündürttükleri dolayısıyla bir inceleme yazısı yazmaya karar verdim. 

Filmin yönetmen koltuğunda Alfonso Gomez-Rejon oturuyor. Filmin senaryosu ise Michael Mitnick'e ait. Başrollerinde Edison rolü ile Benedict Cumberbatch, Westinghouse rolü ile Michael Shannon, Tesla rolü ile Nicholas Hoult ve son olarak Samuel Insull rolü ile Tom Holland bulunuyor. Film 19. yüzyılın sonlarında Edison ve Westinghouse arasında geçen elektrik savaşlarını konu ediniyor.

Film Üzerine Düşünceler (Spoiler!)

Öncelikle filmin senaryosunun yeterince iyi olmadığını düşünüyorum. Bence pek çok farklı noktaya aynı anda değinilmek istenmiş. Sonuç olarak film oldukça dağınık olmuş. Mesela Tom Holland'ın canlandırdığı Samuel Insull karakteri havada kalıyor. Yine ölüm cezasının ABD Anayasasının "zalimce ve olağan dışı cezalandırma"yı yasaklayan maddesini ihlal edip etmediğine dair yapılan duruşma sahnesi, Edison'ın eşinin hastalığı ve sonunda ölümü, Edison'ın oğlu ve kızı, oğlunun mors alfabesini bilmesi, kızının piyano çalması gibi gereksiz detaylar filmin konusunu oldukça dağıtmış. Hatta Nicholas Hoult'un canlandırdığı Tesla karakteri (özellikle filmin ilk yarısında) sanki birkaç satır da bunun için yazalım denmiş gibi. Hele ki Tesla'nın göçmen oluşu ve bu yüzden dışlandığı gibi detayları da vermeye çalışması filmi hem konusundan uzaklaştırmış hem de değinmeye çalıştığı bu noktaları değersizleştirmiş. Kötü kısımları geride bıraktığımıza göre ilginç kısımlarına geçebiliriz.



Bu filmin başarısı mı yoksa gerçekte olan olayların etkisi mi bilmiyorum ama filmden çıktığımda kafamda onlarca ilginç düşünce vardı. Bunlardan ilki şuydu: Geleceği bilim adamları mı yoksa hukukçular mı yazıyor?

Bunu ilk okuduğunuzda "Bilimadamları tabi ki! Bu da soru mu?" demiş olabilirsiniz. Filmden önce ben de öyle derdim sanırım. Sonuçta bugün hemen hemen her şeyde kullandığımız elektriği bilimadamları bulmasaydı şu an dünya ne halde olurdu? Sahi, hangi bilimadamı buldu elektriği? İşte burada hukuk devreye giriyor. Daha özel olarak, patent hukuku. Bana kalırsa filmin adını Patent Savaşları da yapabilirlermiş. Filmi izlerken ilk olarak patent hukukunun ne kadar değerli olduğunu fark ettim. O dönemde ABD'de bildiğiniz patent savaşları yapılıyormuş. Patent hukuku Türkiye'de yeni sayılabilecek bir alan. Bir kanunla düzenlemesi bile daha yeni 2017 yılında oldu (6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununda düzenleniyor). Dolayısıyla taa o zamanlar bu alanın bu denli önemli olduğunu görmek ilginçti.

Filmde pek çok başka hukuki gönderme de var. Mesela idam cezası ABD Anayasası'nın "Aşırı, zalim ve olağandışı cezalar"ı yasaklayan maddesini ihlal ediyor mu? İdam cezası insancıl ve hukuka uygun bir ceza mı? Aslında bana kalırsa bu filmi konusunun dışına çıkan gereksiz bir detaydı. Eğer salt sinematik açıdan bakarsak bu sahnenin neredeyse hiçbir anlamı yoktu ve konuyu dağıtıyordu. Ancak beni düşündürdü doğrusu. Özellikle elektrikli sandalyede idam edilen adam ile aynı anda Chicago fuarının elektrikle aydınlandığı sahne. Film bir sorgulama yapıyordu. Elektrik iyi mi kötü mü? Her iyi şeyin bir de kötü yanı oluyor. Elektrikli idam sandalyeleri de elektrikle çalışıyor. Bana kalırsa, film bu kısmı ele alması gerektiğinden uzun şekilde ele almış. Eskiden idam yöntemlerinin çok kanlı olduğundan ya da insancıl olmadığından başlayıp elektrikli sandalye ile idam edilecek ilk kişi olan adamın karısını öldürdüğünü itiraf ettiğini söylediği anı bile gösteriyorlar. Çok gereksizdi.

Filmde şirketler hukukuna daha özel olarak şirket birleşme ve devralmalarına da pek çok atıf vardı. Filmden çıkınca hukukun gerçekten hayatın her alanında önemli bir rolü olduğunu bir kere daha hatırladım. Tesla kendi kurduğu şirketten atılıyor, Edison kendi kurduğu şirkette sadece hissedar olup şirketin isim değiştiriliyordu.

Filmde sıkça tekrarlanan bir diğer tema da "hatırlanmak"tı. Özellikle Westinghouse, Edison'ı dünyada hatırlanmak istediği için adını her yere yazmaya çalışmakla suçluyordu.

George Westinghouse: "Eğer hatırlanmak istiyorsan, bu basit, bir başkanı vur. Ama benim deyimimle bir mirasın olsun istiyorsan, dünyayı bulduğundan daha iyi bir yer olarak bırak."


Filmin güzel yanı kimsenin kötü karakter olmamasıydı. Filmde gitmeden önce konu hakkındaki geçmiş bilgilerime dayanarak Edison'ın kötü gösterileceğini tahmin ediyordum. Ancak öyle olmadı. Kimse kötü değildi. Ancak Westinghouse hepsine kıyasla daha iyi bir adam gibi resmedilmişti. Edison'la rakip değil de ortak olmaya çalışıyordu.

Edison'ın bugünkü sinemanın mucidi olduğunu bilmiyordum. Filmde öğrendim. Filmin sonunda Edison'ın sinema ekranından Tesla ve Westinghouse'un birlikte yaptığı şelale projesini izlemesi hoş bir detaydı. Yine Westinghouse'un "Edison Ödülü"nü kazanması da öyle.

Kısacası filmin anafikri bugün sahip olduğumuz çoğu şeyi Edison, Westinghouse ve Tesla'ya borçluyuz. Bu bir ekip çalışması. Onlar bugünlerin, modern zamanların, aydınlık bir dünyanın mucitleri.

Bu arada eğlenceli bir bilgi olarak şunu da söyleyeyim: Edison gerçekten "westinghoused; westinghousing" diye bir kelime yaratmış. Elektrikli sandalyede insan öldürmeye bu isim veriliyormuş. Tabi ki resmi sözlüklerde yok. Ama urbandictionary'de var mesela.


Sonuç

Filmi o dönem yaşanan olayları merak edenler için önerebilirim. Film biraz sıkıcıydı, özellikle ilk yarısı. Kostümler oldukça güzel. İzlemesi keyifli bir tarihi biyografik bir film. Filme 3.5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!

06 Ağustos 2019

Ritüel / Midsommar (2019) Film İncelemesi


Merhabalar! Midsommar (Ritüel) filmini izledim. Filmi oldukça beğendim. Doğrudan film hakkındaki spoiler'sız düşüncelerimi okumak isterseniz Sonuç kısmına bakabilirsiniz. İyi okumalar!

Fragman

Konu

İlişkileri sallantıda olan bir çift, arkadaş gruplarıyla birlikte İsveç'in kırsalında gerçekleşen yaz ortası festivaline katılır. Ancak festival bekledikleri gibi çıkmaz. Grup kendini pagan kültürü geleneklerini devam ettiren bir cemiyetin arasında bulur.



Yönetmen, Senarist, Oyuncular

Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini Ari Aster üstlenmiş. Filmin başrollerinde Florence Pugh (Dani) , Jack Reynor (Christian), Vilhelm Blomgren (Pelle) bulunuyor.

Film Üzerine Düşünceler

Normalde çok fazla korku filmi izleyen biri değilim. Dolayısıyla bu türe yabancı olduğumu söyleyebilirim. İlginç bir biçimde iki korku filmi yazısı üst üste geldi. (Bkz: Us Film İncelemesi) Bu iki filmin de ortak noktası aşina olduğumuz konseptleri kurguyla birleştirmeleri. Gerçekçiliği arttıran bir şey bu. Yani mesela gerçekten el ele tutuşan insanlar vardı (Us) ve gerçekten bir yaz ortası festivali de var. 
Açıkçası Us (Biz) filmi beni korkutmamıştı ama Ritüel beni kelimenin tam anlamıyla dehşete düşürdü. Bu kadar çiçekli bir filmin insanı bu denli korkutması bence takdire şayan. Klasik korku filmleri karanlık eski evlerde, korkunç ormanlarda, ne bileyim korkunç ve karanlık yerlerde geçer. Ama bu film öyle değil. Bu film arkaplanda açık mavi bir gökyüzü ve binlerce rengarenk kır çiçeği varken bile sizi korkutmayı başarıyor.


Filmin her bir sahnesi görsel bir şölen. Çekimler oldukça başarılı. İşin teknik kısmına çok hakim olmasam da daha önce görmediğim çekimler olduğunu söylemeliyim. Özellikle Dani 'Mayıs Kraliçesi' seçildikten sonra tacındaki çiçeklerin, oturduğu çiçeklerden oluşan koltuktaki bitkilerin hareket etmesi oldukça ilgi çekici detaylardı. Filmin temelini oluşturan Pagan inancı doğrultusunda doğanın canlı olduğunu gösteren küçük detaylardı.


Filmdeki şarkılar görsellikle birleştiğinde tüyleri diken diken eden sahneler ortaya çıkmış. Christian ve Maja'nın cinsel birliktelik sahnesi, hayat döngüsünü sağlayan yaşlıların uçurumdan atlaması vs. Yine Christian ve Maya'nın cinsel birliktelikleri esnasında çıkan seslerin diğer taraftan Dani'nin feryatlarıyla birleşmesi de etkileyici sahnelerdendi. 
Dani, filmin başında ailesini trajik bir biçimde kaybediyor. Bu sahnede Christian'ın kucağında bağırarak ağladığını görüyoruz. Bu ağlama filmin ilerleyen kısımlarında göreceğimiz Pagan tepkilerine oldukça benziyor. Ailesini bir gecede kaybeden Dani, en sonunda kocaman ama tüyler ürpertici bir ailenin parçası oluyor. Zaten Pelle, Dani'nin topluluğun bir parçası olacağını, Mayıs Kraliçesi olacağını öngörmüştü. Filmin sonunda Dani'nin gözyaşlarının arasında bir gülümseme görüyoruz.



Yine ensest ilişkiden doğan engelli çocukların zihinlerinden çıkan çizimlerin kahinler tarafından yorumlanarak kutsal kitaplarının yazılması ilginçti. Sebep olarak da bu insanların zihinlerinin bilişsel aktiviteler tarafından kirlenmediği söyleniyordu.



Arkadaş grubunun üyelerinin teker teker farklı biçimlerde ölüşü klasik bir korku filmini andırıyordu. Ancak ilgimi çeken bir tanesi var. Christian'ın adı Hristiyan anlamına geliyor.  Christian film boyunca bize gösterilen en itici karakter. Filmin sonunda en büyük ve görkemli ölüm de onun oluyor. Bildiğiniz gibi Paganizm Hristiyanlıktan önceki dönemde hüküm sürüyor. Bana kalırsa karakter için bu ismin seçilmesi tesadüf değil. Yani Neopagan bir grup Hristiyanlığı yakıp bitiriyor.


Filmin ardından biraz araştırma yaptım. Ari Aster, IMDb'ye filminin Robin Hardy'nin The Wicker Man filminin başlattığı türe bir katkı olduğunu söylemiş. Aynı zamanda filmin en basit ifadeyle bir ayrılık filmi olduğunu söylemiş. Kendisi herhangi bir 90'lar lise romantik komedisi izlerseniz aradaki benzerlikleri göreceğinizi söylüyor. Başkahraman bir kız ve yanlış adamla birlikte. Üstelik doğru adam burnunun dibinde. Filmin sonunda da kız adamdan ayrılıp tüm kötü anılarını ateşe veriyor ve yeni bir güne uyanıyor. Aster, amacının insanları kafası karışık bırakmak olduğunu da belirtiyor. Doğrusu amacına ulaştığını söylemeliyim.

Neopaganizm

Yaptığım araştırmalara göre pagan geleneklerini devam ettirmeye çalışan gruplar hala var. Bu gruplar özellikle İskandinavya'da bulunuyor. Bu akıma "neopaganizm" deniyor. Bu gruplar filmde gösterildiği kadar marjinal midir bilemiyorum.

Gerçekten bir Midsummer (Yaz Ortası Festivali) Var Mı?

Midsummer festivali diye bir festival gerçekten var. Bir İskandinav geleneği. Tabi ki filmdeki gibi korkutucu değil. Eskiden Yaz Ortası Festivali yılın en uzun gününü ve yazın gelişini kutlamak için yapılan bir pagan bayramı imiş. Katoliklikten sonra bunların yanında Aziz John Baptist'in doğumu da kutlanmaya başlanmış. Günümüzde yaz ortası festivali tamamen doğa ve ışığın gelişi ile ilgili. En önemli simgelerinden biri de "maypole". Bu festivallerde Små grodorna adını verdikleri ve kurbağa hareketlerinden esinlenilmiş bir dans yapılıyor. Büyük ihtimalle filmdeki danslarda da bundan esinlenilmiş. Festival kıyafetleri de filmde gösterilene oldukça benziyor. Yani aslında filmdeki çoğu şey gerçek bir midsummer festivaliyle tıpatıp aynı. Kaynak: Refinery29
İsveç'teki yaz ortası festivallerinde birinde kullanılan "maypole"
Filmdeki "maypole"


Sonuç

Film 2 saat 27 dakika, oldukça uzun. Eğer daha hareketli filmlerden hoşlanıyorsanız tavsiye etmem. Aynı zamanda hassas görüntülere karşı çok duyarlıysanız yine tavsiye etmem. Çok fazla şiddet içeren görüntü var filmde. Tüm bunlara rağmen yine de türünün en iyilerinden olan bir filmi izlemek istiyorsanız Ritüel'i tavsiye ederim. Oyunculuklarıyla, müzikleriyle, görselliğiyle film oldukça üst düzeydi. Filmden mutlu bir biçimde çıkmayı beklemeyin. Film bir korku filmi neticede. İşini oldukça iyi yaptığını söyleyebilirim. Sonraki sabah bile hissedeceğiniz bir rahatsızlık hissi bırakıyor. Filme 5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!





Ari Aster, Florence Pugh ve Vilhelm Blomgren film çekimlerinde


25 Mart 2019

Us (Biz) Ayrıntılı Film İncelemesi (Spoiler'lı)


Herkese merhabalar! Uzun süredir yazı yazmaya fırsat bulamıyordum. Hatta öyle ki bu yazı 2019'un ilk yazısı olacak ve Mart ayının sonundayız! Yazı yazamadığım süreçte pek çok yeni okuyucuya ulaştığımızı fark ettim. Bunun sevinciyle uzun zamandır ilk defa boş olmamı fırsat bilip 2019 yapımı "Biz" (Us) filmi hakkında ayrıntılı bir inceleme yazısı yazayım dedim. Bu yazıda film hakkındaki görüşlerime yer verirken aynı zamanda filmdeki bazı imgelerin de ne anlama geldiğini sizlerle paylaşacağım. Yani bir çeşit: Us Filmini Anlama Rehberi! Eğer ıvır zıvırla uğraşmadan hemen fikrimi öğrenmek istiyorsanız doğrudan Sonuç bölümünü okuyabilirsiniz. 

Film Hakkında: Konu, Yönetmen ve Oyuncular

Film, bir ailenin kendilerine tıpatıp benzeyen ve onlara zarar vermeye çalışan başka bir aile ile karşılaşmasını konu ediniyor. Filmin hem senaristi hem de yönetmeni Jordan Peele. "Ya ben bu adamı nerden tanıyorum?" derseniz, kendisi 2017 yapımı Get Out (Kapan) filminin hem senaristi hem de yönetmeniydi. Üstelik Get Out ile 2017 Oscar Ödülleri'nde En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını alarak bu kategoriyi kazanan ilk Afroamerikan olmuştu. Şahsen ben Get Out filmini beğenmemiştim. Hatta En İyi Film kategorisinde Oscar adayı olabilecek bir film dahi olduğunu düşünmüyordum. Neyse, bugün Biz'i konuşuyoruz. Biz (Us) filminin başrollerinde 2014 Oscar ödüllerinde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Lupita Nyong'oWinston Duke ve Elisabeth Moss gibi isimler bulunuyor.

Film Üzerine Düşünceler

Bence filmin senaryosu oldukça saçmaydı. Pek çok boşluk vardı. Film, Amerika'nın altında binlerce kullanılmayan tüneller olduğunu ve bu tünellerin hiçbir "bilinen" amacının olmadığını söyleyerek başlıyor. Filmin kurgusu ise şöyle Amerikan hükümeti zamanında Amerika'da yaşayan her bir insanın birer klonunu yaparak onları yeraltı tünellerinde tutmaya başlamış. Bunu yapmalarının amacı ise devletin bu klonları kullanarak yeryüzündekileri yönetmeye çalışması. Yani senaryoya göre bu klonlar ve gerçekleri aynı şekilde düşünüp hareket ediyor. Ancak devlet bu projeyi yarıda bırakınca yerin altındaki insanlar tek başlarına amaçsız bir şekilde kalıyorlar. Bir gün bir tanesi yer yüzüne çıkıyor ve klonu olduğu kişiyle karşılaşıyor.

Birinci saçmalıkla başlıyorum. Bu bahsi geçen proje hangi tarihte başlamış ve ne zaman bitirilmiş? Doğan her insan tam olarak nasıl klonlanmış? Yani filmde anne ve babanın da çocukların da klonları var. Peki anneanne ve dedenin de klonları var mıydı? İkinci saçmalık ise o kadar insanın tünellere nasıl sığacağı. Öncelikle kaç tane tünel var? Hadi diyelim herkesin klonu bu tünellere sığdı. Bu tüneller birbirleriyle bağlantılı olmalı ki yeryüzünde karşılaşan her bir kişinin klonları da birbirleriyle karşılaşıp ilişki kurabilsin. Hem tüm bu insanlar gerçeklerinin yaptığı hareketleri yaparken nasıl oluyor da birbirleriyle çarpışmıyor? Bu insanların tavşan yediğini ve bu yüzden tünellerde birsürü tavşan olduğunu görüyoruz. Bu klonlar madem terk edildi, yerin altında başka hiçbir kaynak yokken o tavşanları kim besliyor?  Nereden baksanız saçmalıktı filmin bu kısmı. Üstelik burası öyle küçük bir ayrıntı da değil filmin temeli. Senaryosunda bu kadar büyük bir boşluk olan bir film nasıl iyi bir film olarak değerlendirilebilir?

İkinci saçmalık ise bu şeytani klonlar yeryüzündekileri kontrol etmek için üretilmiş ve yukarıdakilerin aynılarını yapıyorlar ise nasıl oldu da bir anda kötüleşerek isyan edebildiler? İradeleri var mı yok mu? Diyelim ki bir şekilde bilinç kazanarak irade edindiler. Ancak filmin sonlarına doğru bir sahnesinde küçük çocuğun kendi kötü ikizini hareket ederek yönettiğini görüyoruz. Tam olarak nerede gerçeklerinin taklidini yapıp nerede kendi iradelerini kullanarak hareket ediyorlar?

Bu kısmın ilham kaynağını öğrenmek için Rehber kısmına geçerek köstebek insanlar kısmını okuyabilirsiniz.

Ayrıca filmin senaryosunda komik denebilecek kadar basit foreshadowingler vardı. Zora'nın arabadayken "Hükümetin bizi yönetmek için içme suyumuza flor kattığını biliyor muydunuz?" demesi mesela. Aslında yıllar önce klonu olduğu kişinin yerine geçen ve klon olan annesi arkasına dönerek anlamlı bir bakış atıyordu. Bana kalırsa film basit ve iyi düşünülmemiş bir komplo teorisinden ileri gidememiş.

Filmin görünen kısmının önemsiz olduğu ve aslında başka şeyler anlatmaya çalıştığını düşünebiliriz. Bu çift kişiliklerin insanın bastırdığı duygularının simgesi olduğu, insanın özgür olmak ya da zor durumdayken her türlü canavarca şeyi yapabileceği anlatılmaya çalışılmış olabilir. Tüneller insanın bilinçaltını simgeliyor olabilir. Ancak bana kalırsa bu çok daha başarılı şekilde anlatılabilirdi. Zaten yazının sonunda hem derin anlamları olan hem de başarılı bir olay örgüsüne sahip bir filmden bahsediyorum.

Us (Biz)'in biraz da güzel yanlarından söz edeyim. Bence filmin bazı sahneleri tek başına gerçekten etkileyiciydi. Güzel müziklerle harmanlanmış etkileyici görsellerdi. Filmin girişinde isimler yazarken kafesteki tavşanların olduğu sahne, filmin sonunda Adelaide Wilson ve Red'in dövüşünün yıllar önce yaptıkları dans ile birleşmesi... Bu sahneleri başka bir filme alıp yerleştirsek gerçekten harika bir şey olabilirdi. Filmin diğer güzel bir yanı ise oyunculukların çok başarılı olması idi. Özellikle Lupita Nyong'o her iki karakteri de çok iyi canlandırmıştı. Ancak filmin genelinin ve özellikle de senaryosunun başarısız olduğunu düşünüyorum. 

Rehber  

Köstebek insanlar (Tünel İnsanları)

Köstebek insanlar, Amerika'da bir zamanlar metro, tren, kanalizasyon ve sığınak olarak inşa edilmiş ancak artık kullanılmayan yer altı tünellerinde yaşayan evsiz insanları tanımlamak için bir kavram. Bunun hakkında yerin altında tamamen başka ve gizli bir toplumun oluştuğuna dair bilim-kurgu ve hatta komplo teorileri bulunuyor. Filmin senaryosunun temelini de bu komplo teorisi oluşturuyor.

Yeremya 11:11 

Santa Cruz'da evsiz bir insanın elinde "Jeremiah 11:11" yazan bir pankart tuttuğunu görüyoruz. Aynı zamanda 11:11 imgesi saat olarak da kullanılmıştı. Baş karakter Adelaide, saati 11:11 olarak görünce kendi kötü ikizinin ona yaklaştığını hissettiğini söylüyordu. Filmin sonunda klon ve gerçek karakter karşı karşıya geldiklerinde onları tanrının karşılaştırdığını söylüyorlardı. 

“Bu yüzden Tanrı şöyle dedi: ‘Onlara kaçamayacakları bir felaket getireceğim. Bana yakarsalar da onları dinlemeyeceğim.” -  İncil, Yeremya 11:11

Hands Across America

Lupita Nyong'o Us (Biz) filminde - 2019

Filmin başında televizyonda gösterilen bir reklamdı ve ardından filmin sonlarında"kötü ikizlerin" el ele tutuşup upuzun bir sıra oluşturduğu görüntünün ilham kaynağı idi. İlginç olan şu ki gerçekten, Hands Across America, 1986 yılında evsizler için yapılan bir yardım toplama etkinliği idi. USA for Africa tarafından düzenlenen etkinliğin amacı  evsizlik ve açlıkla savaşmak için 100 milyon $ toplamaktı. Etkinlik 60 milyon insanı New York'tan Long Beach, Kaliforniya'ya kadar el ele tutuşturarak bir insan zinciri oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Sadece 15 milyon $ toplanabildi. Ki bu ancak etkinliği oluşturmak için harcanan para kadar ediyordu. Etkinliğin başarısız olma sebebi ise Amerika'nın çöllerden, dağlardan ve nehirlerden oluşan bir coğrafyaya sahip olması idi.


Mayıs 1986. Amerika'da bir insan zinciri oluşturularak evsizlik ve açlık için farkındalık yaratılarak para toplanıyor.


Sonuç

Filmden çok memnun ayrılmadım. Filmin olay örgüsünde boşluklar olduğunu düşünüyorum. Hatta kocaman boşluklar...  Filmden "Çok tuhaf bir şey izledim acaba ne anlama geliyor?" diye değil de "Ne saçma şeydi!" diye ayrıldım. IMDb'ye baktığımda ise oldukça şaşırdım çünkü filmin Metascore'unun 81 olduğunu gördüm. Acaba filmi ben mi anlayamadım diye bir eleştiri okudum. Eleştiride Jordan Peele'in filmlerine kendisini etkileyen filmlerden esintiler olduğunu ve bu filminin de özellikle 1980 yapımı Kubrick filmi “The Shining"e bir övgü olduğu yazıyordu. 

The Shining - Cinnet (1980)
The Shining - Cinnet (1980)
Us'ı The Shining'e benzetmenin bile The Shining'e bir hakaret olduğunu düşünüyorum  The Shining her ne kadar uzun olsa da kendisini sonuna kadar izleten, izlerken merak ettiren ve bittikten sonra da sizi düşündüren bir film. Süpernatürel bir korku filmi olmasına rağmen senaryosunda hiçbir saçmalık da yok. (Buna rağmen onun Metascore'u 63.) Eğer "Biz" filmine gitmeli miyim diye düşünüyorsanız size tavsiyem eğer izlemediyseniz The Shining'i izlemeniz.

Us (Biz) filmine 5 yıldız üzerinden 3 yıldız veriyorum. O da birkaç tane güzel sahnesinin ve oyunculukların hatrına... Sonraki yazıda görüşmek dileğiyle!

Lupita Nyong'o Adelaide Wilson/Red karakteri ile Us filminde - 2019
Madison Curry Us filminde küçük Adelaide Wilson rolünde - 2019

Lupita Nyong'o, Shahadi Wright Joseph ve Evan Alex Us filmde - 2019

Lupita Nyong'o, Winston Duke ve Evan Alex Us filminde - 2019

08 Eylül 2018

Sharp Objects'in Sonunda Ne Oluyor? Katil Kim?


Sharp Objects başrolünde ünlü oyuncu Amy Adams'ın yer aldığı 2018 tarihli HBO yapımı bir mini dizi. Dizinin yaratıcısı Marti Noxon, yönetmeni ise Dallars Buyers Club'ı yöneten Jean-Marc Vallée

Sharp Objects vahşi bir cinayeti yazmak üzere memleketine dönen gazeteci Camille Preaker'ın (Amy Adams) geçmişiyle yüzleşmesini konu ediniyor. Sharp Objects, Gillian Flynn'in aynı isimli romanından uyarlanmış. Kitap ülkemizde de Keskin Şeyler adıyla satılmakta. Öncelikle diziyi çok beğendiğimi söyleyeyim. Açıkçası izlemesi zor bir dizi, gergin ve sinir bozucu olabiliyor. Ancak başarısı da burada zaten. Dizi, 8 bölüm boyunca sizi merakta bırakmayı başarıyor ve hatta final bölümünde dahi merakınızı tam anlamıyla gidermediğini söyleyebilirim.

Sharp Objects'in "Milk" isimli sekizinci ve final bölümünü izledikten sonra aklınızda pek çok soru işareti kalmış olması muhtemel. Bu arada yazının tamamını okumadan önce söyleyeyim: dizinin kapanış (credits) bölümünün ardından ek bir sahne var. Eğer izlemediyseniz önce onu izlemenizi tavsiye ederim. Evet, eğer her şey tamamsa başlayalım. Tahmin edeceğiniz üzere aşağıda bayaa bir spoiler var. İyi okumalar!

Katil Kim?


Adora'nın (Patricia Clarkson) katil olduğunu öğrenmiş ve her şeyi çözdüğümüzü sanırken son 10 saniyede Natalie Keene ve Ann Nash'i öldürenin Amma (Eliza Scanlen) olduğunu öğrenmiştik.

Öncelikle şunun altını çizeyim: Adora, Marian'ı yıllar önce yavaşça zehirleyerek öldürdü ve az kalsın aynısını Camille ve Amma'ya da yapacaktı. Ancak anlaşılan o ki Wind Gap'teki yeni cinayetleri işleyen kişi Amma imiş.

Birazcık geriye dönelim. Adora, Marian'ı öldürmekten hapse girince Amma ablası Camille ile birlikte St. Louis'e yerleşiyor. Yaşadıkları tüm o kaos ve travmaya rağmen her şey iyi gidiyor gibi görünüyor. Ta ki Camille, Amma'nın bebek evindeki dişi bulana kadar. (Hatta anladığım kadarı ile parkenin hepsini dişlerden yapmış) Bu dişler Amma'nın eski sınıf arkadaşları olan Natalie ve Ann'a ait. Bunu fark eden Camille, kapı ağzında duran Amma'ya dehşet içinde bakıyor ve Amma "Lütfen anneme söyleme" diyor.


Kapanıştan sonra gelen kısa ama korkutucu görüntülerde Amma'nın, arkadaşları Kelsey ve Jodes'un yardımı ile birlikte cinayetleri nasıl işlediğini görüyoruz. Böylece Amma gibi küçük bir kızın, kızların dişlerini arkadaşlarının yardımı ile sökebildiğini de anlamış oluyoruz. Ayrıca bu ekstra sahnede Amma'nın St. Louis'teki yeni arkadaşı Mae'i de öldürdüğünü görüyoruz. Hatırlarsanız, annesi kapıyı çalıp kızların bir kavga ettiğini söylüyor ve Camille'e nerede olduklarını bilip bilmediğini soruyordu.


Yapımcıların diziyi bu şekilde bitirmeyi seçmeleri sebebiyle, izleyiciler Amma'nın Natalie, Ann ve Mae'i neden öldürdüğünü öğrenemiyor. Kitabın sonu da böyle şaşırtıcı biçimde bitiyor. Ancak kitapta Amma'nın Natalie ve Ann'i öldürme sebebinin Adora'nın onlara gösterdiği ilgi olduğunu öğreniyoruz. Adora, Natalie ve Ann'in asi davranışlarını düzeltmeye ve onlara yol göstermeye çalışırken Amma Adora'nın kendisi dışında birileriyle ilgilenmesini kıskanıyor. Mae'i öldürme sebebi ise Camille'in Mae'e ilgi göstermesi. Amma, bu sefer de ablasının onun dışında biriyle ilgilenmesini kıskanıyor.


Kitapta Amma'yı kızları öldürmeye iten sebepler daha ayrıntılı şekilde Camille'in ağzından anlatılmış:

Dişlere gelince, onları sadece ihtiyacı olduğu için aldı. Bebek evi mükemmel olmalıydı, tıpkı Amma'nın sevdiği her şey gibi. Bence fazlası da var. Ann ve Natalie, Adora onlarla ilgilendiği için öldü. Amma bunu haksızlık olarak algılamış olmalı. Annemin uzunca süre onu hasta etmesine izin veren Amma. Bazen insanların sana bir şey yapmasına izin verdiğinde, bunu aslında onlar için yapıyorsun. Amma, Adora'yı Adora'nın onu hasta etmesine izin vererek kontrol etti. Karşılığında rakipsiz bir sevgi ve sadakat talep etti. Başka hiçbir küçük kız izin vermedi. Aynı sebeplerle Lily Burke'ü (dizideki adıyla Mae) öldürdü. Çünkü Amma, onu daha çok sevdiğimden şüphelendi.

Dizide Camille'in hikayesi biraz havada kalıyor. Ancak kitapta Amma'nın tutuklanmasının ardından Camille, sağlıklı bir aile hayatını deneyimlemek amacı ile editörü Curry (Miguel Sandoval) ve eşinin yanına taşınıyor. 

Şimdilik HBO'nun diziyi ikinci sezona taşıma planı yok gibi görünüyor. Zaten ikinci sezon için yeni bir kaynak da yok. Belki böylesi daha iyidir. Amma'nın parmaklıklar ardındaki yaşamını görmemiz gerekli mi? 

Geriye sadece Amy Adams'ı Emmy konuşmasını dinlemek kaldı! Sizce dizi nasıl bitti, Amy Adams'ı benim kadar başarılı buldunuz mu? Düşüncelerinizi yorumlarda belirtmeyi unutmayın. 



Kaynak: Esquire

18 Haziran 2018

Ahlat Ağacı (The Wild Pear Tree) Ayrıntılı Film İncelemesi


Bugün Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde gösterilen Ahlat Ağacı (The Wild Pear Tree) filmini izledim. Her zamanki gibi geç kalmış olmamdan mı yoksa insanların ilgisini çekmediğinden mi bilmiyorum ama filmi sinema salonundaki tek kişi olarak izledim. Gerçi ilk yarıda biri daha vardı ama ikinci yarıya kalmadı. Sanırım pek haz etmedi filmden. Bana gelince... ben hissettiklerimden pek emin değilim. Açıkçası çok beğenerek, etkilenerek çıkmadım salondan ama özellikle yabancı eleştirmenlerin ne bulduğunu merak ettiğimden birkaç yabancı eleştiri okudum bu yazıya başlamadan önce. (Bkz.) Normalde film hakkında kendim bir şeyler yazmadan başka incelemeler okumayı sevmiyorum. İster istemez etkileniyorum, sonuçta. Ancak okuyunca fark ettim ki beğendikleri kısımları ben de takdir etmiştim izlerken ama filmin 3 saat 8 dakika sürmesine gerek var mıydı bilmiyorum.

Yazdığım ilk film eleştirisi yine bir Ceylan filmiydi: Kış Uykusu. 4 sene sonra yine bir Ceylan filmi hakkında yazacağım. Biliyorsunuz, ayrıntıya girmeyi seviyorum. Bu sefer de öyle yapacağım. Film hakkında ne düşündüğüm de yazının sonunda kesinleşir diye umuyorum. Hazırsanız, başlayalım...

Fragman


Konu

Üniversiteden mezun olduktan sonra memleketine, Çanakkale'nin Çan ilçesine, dönen hevesli ancak kibirli yazar Sinan; köyünde işlerin hatırladığı gibi olmadığını fark eder. Kumar problemi olan babasının borçları onun da yakasına yapışır. Sinan, onlardan çok farklı olduğunu düşündüğü eski arkadaşlarıyla, aşkıyla yıllar sonra karşı karşıya gelir. Tüm bunlar olurken kitabını çıkartmak için gereken parayı bulmaya çalışmaktadır.

Not: Yazının burdan sonraki kısmı spoiler içermekte. Ayrıca film sırasında notlar aldığımdan beğendiğim sahneler ve replikler üzerinden bu incelemeyi yazmak istedim. Çok ayrıntılı olduğunu düşünüyorsanız, doğrudan sonuç bölümünü okuyabilirsiniz.


Film Üzerine Düşünceler

Film, 3 saatlik güzel görüntülerden; anlaşılması zor, uzun cümlelerden oluşan çok derin diyaloglardan; başarılı, doğal oyunculuklardan ve bolca imgeden oluşuyor. Yani klasik Ceylan filmi.

Ceylan bizi şehirle köyü kıyaslamaya zorluyor. Genç ve güzel Hatice'nin (Hazal Ergüçlü) tüm o hayallerini, aşklarını bir kenera bırakıp sevmediği bir kuyumcuyla evlenmek zorunda olmasıyla başlıyor bu kıyaslama. "İnsan neden en yakınında duran hayatı yaşamak zorunda ki? Oysa hayatta öyle güzel şey var ki!" diyor Hatice ve saymaya başlıyor: Kalabalık ışıklı caddeler, ılık akşamlar, birden yağan ıslatan yağmur, güzel yemekler... Hepsini gördüm diyor Sinan (Aydın Doğu Demirkol) o ukala tavrıyla. Birden esen rüzgar, Hatice ve Sinan'ın dudaklarını buluşturuyor. Bir gelincik gibi yabani ama güzel Hatice ısırıyor Sinan'ın dudaklarını.

"Her şey, hayat çok yakın gibi ama aslında değil. Her şey çünkü çok uzak." -Hatice


Bu karşılaştırma bizi sonuna doğru aslında köyden çıkan birinin çok da farklılaşamayacağı, hep bir biçimde onlardan biri olacağı düşüncesine getiriyor. Sinan büyük şehir görmenin, orda okumanın verdiği kibirle, aslında birkaç sene önce onlardan biri olmasına karşın memleketlisine üstten bakıyor. Sanki merkezde geçirdiği o birkaç senede bambaşka bir insan olmuş gibi. 


Sinan, Çanakkale'deki bir kitapçıda bölgenin ünlü yazarlarından Süleyman'la (Serkan Keskin) karşılaşır ve bunu ona olan eleştirilerini dile getirmek için bir fırsat olarak görür. Süleyman, bu genç ve hevesli ancak ukala yazar adayına başta müsamaha gösterse de Sinan ısrar edip onu rahat bırakmayınca, ona hayatta sadece tek bir gerçeğin olmadığını ve yaşlandıkça şiddetli ağrıların edebiyatın, başarının ve hatta Nobel'in bile önüne geçebileceğini söylüyor.

Aslında Sinan'ın bu kibirli tavrı onun toyluğundan geliyor. Bunu en iyi Süleyman gittikten sonra Sinan'ın denizkızı heykelinin kolunu kırıp denize düşürdüğü ve koşarak Truva atına saklandığı sahnede görüyoruz.


Sinan'ın özellikle de babasından çok farklıymış gibi davrandığını görüyoruz. Kumar problemi olan babası İdris (Murat Cemcir) hep her şeyin en kötüsüyken, Sinan hep ondan üstün ve farklı. 

Sinan'ın onu sürekli yargıladığını, eleştirdiğini görüyoruz. "Kendi bataklığına bizi de çektiğinin farkında mısın? Etrafındaki herkes senin yüzünden mutsuzken bu ne rahatlık?

Babası doğal olarak bu durumdan şikayetçi. Sinan yüzünden yanlış anlaşıldığı bir sahnede şöyle diyor: "Yargılamadan hüküm veriyorsun, utanmadan bir de infaz ediyorsun". 

Aslında babasını tüm köy yargılıyor denebilir. Tüm köye borçlanan İdris hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Öğretmenler, imam, esnaf... "Öğretmen dediğin topluma örnek olur." diyor bir başka öğretmen. İmam İdris hakkında ileri geri konuşuyor. Tüm bunlarda Sinan, tıpkı sinirli bir ergen gibi koruyor babasını. Babasını sadece o eleştirebilir, başka kimse değil. İmama şöyle diyor Sinan, babasının kumar problemi hakkında: "Hayatın saçmalığına karşı bir başkaldırı onunkisi"


Sinan ailesinin çektiklerinin, tüm bu yoksulluğun sebebinin yine onlar olduğunu düşünüyor. Onun için verdikleri emekleri bir çırpıda silip kusurlarına odaklanıyor. Hatta annesinin (Bennu Yıldırımlar) zamana hayıflanışına şöyle cevap veriyor: "Zaman geçer tabi sizi mi bekleyecekti bi şeyler yapın edin diye". Sanki onu büyüten onlar değilmiş gibi.


Filmin sonunda aslında baba ve oğlun çok da farklı olmadıklarını görüyoruz. Sınıf öğretmeni bir babanın sınıf öğretmenliği mezunu oğlu. İkisinin de ağzı iyi laf yapıyor ve ikisi de diğerleri tarafından kabul görmüyor.

Babasının küçüklüğünde ahırda unutulduğu ve her tarafının karıncalarla kaplandığı anısı Sinan'ın zihninde büyük bir yer ediniyor. Ceylan da bunu iki kere başarılı şekilde resmediyor. 

Bir de köpek imgesi var. Sinan, babasının hayatta en değer verdiği şey, dünyada onu suçlamayan tek ama tek canlı olan avcı köpeğini satarak kitabın basım parasını çıkartıyor. Aslında bir yerde babasının ruhunu satıp kitabını basıyor. Sonunda tüm bu çabaların yersiz olduğunu görüyoruz. Sinan her ne kadar kendisini inanılmaz bir yazar olarak görse de kitabını tek okuyanın ve takdir edenin sadece babası olduğunu görüyoruz. 


Diğer imge ise asılma. Yani birinin kendini asarak intihar etmesi. İlkinde babasının kendini astığını düşündürtüyor Ceylan bize, ikincisinde ise Sinan'ın. Bir diğeri ise kuyu. İdris aksini iddia eden köy halkını dinlemeyip yerin altında su olduğunu iddia ederek bir kuyu kazmaya çalışıyor. Sinan hiçbir zaman buna inanmıyor. Ta ki kitabının başarısızlığını görene kadar. Orada Sinan'ın o kuyuda asıldığını görüyoruz işte. Hayallerini bir kenara bırakıp, öldürüyor o hevesli Sinan'ı. Başlıyor babasının hayalinin peşinden gitmeye... Babasının su çıkacağını iddia ettiği o kuyuyu kazıyor.

Zaman filmde işlenen en önemli konulardan biri. "Zaman dediğin sessiz bir testere demişler. Kime dost kime düşman olacağı belli olmaz." diyor Sinan. Babası İdris ise şöyle diyor: "Unutmanın bile bir cazibesi var bence. İyi ve kötü anılar birbirine karışıp silinip gitmeli."

Ahlat imgesi ise sona saklanmış. Babası hakkında Sinan'ın zihninde büyük yer edinen bir başka şey, Ahlat Ağacı. Filme ismini veren Ahlat Ağacı, Sinan'ın kitabının ismi. Bu ismi verme sebebi ise babasının anlattığı bir hikaye. Uyumsuz, yalnız ve şekilsizmiş ahlat. Tıpkı Sinan, babası ve büyükbabası gibi.




Sonuç

Beni tek rahatsız eden çok uzun olması oldu. Aslında Kış Uykusu daha da uzunmuş ama beni bu uzunluk pek rahatsız etmemişti. Bu sefer niye öyle oldu bilmiyorum. Sanki tüm bunlar çok daha kısa sürede anlatılabilirmiş gibi geldi. Ha bir de genç imam, yaşlı imam ve Sinan'ın sohbeti bana hiç inandırıcı gelmedi. Anlıyorum yeni jenerasyon, eski jenerasyon karşılaştırması tamam ama Türkiye'nin hiçbir yerinde bir imamın din konusunda böyle açık bir sohbet edebileceğini düşünmüyorum. Bunların dışında, genel olarak sanat filmi sevenlerin Ahlat Ağacı'nı sevebileceğini düşünüyorum. Zaten Ceylan filmlerine aşinaysanız az çok ne beklemeniz gerektiğini biliyorsunuzdur. Dediğim gibi: Güzel manzaralar; anlaşılması zor, uzun cümlelerden oluşan çok derin diyaloglar; başarılı, doğal oyunculuklar ve bolca imge... Ben filme 4 yıldız veriyorum. İyi seyirler!