Blog Logo
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2019

Elektrik Savaşları/ The Current War Film İncelemesi


2017 yapımı olduğu halde ülkemizde bu hafta vizyona giren Elektrik Savaşları (The Current War) filmini izledim. Filmi her ne kadar sinematik olarak mükemmel bulmasam da filmin bana düşündürttükleri dolayısıyla bir inceleme yazısı yazmaya karar verdim. 

Filmin yönetmen koltuğunda Alfonso Gomez-Rejon oturuyor. Filmin senaryosu ise Michael Mitnick'e ait. Başrollerinde Edison rolü ile Benedict Cumberbatch, Westinghouse rolü ile Michael Shannon, Tesla rolü ile Nicholas Hoult ve son olarak Samuel Insull rolü ile Tom Holland bulunuyor. Film 19. yüzyılın sonlarında Edison ve Westinghouse arasında geçen elektrik savaşlarını konu ediniyor.

Film Üzerine Düşünceler (Spoiler!)

Öncelikle filmin senaryosunun yeterince iyi olmadığını düşünüyorum. Bence pek çok farklı noktaya aynı anda değinilmek istenmiş. Sonuç olarak film oldukça dağınık olmuş. Mesela Tom Holland'ın canlandırdığı Samuel Insull karakteri havada kalıyor. Yine ölüm cezasının ABD Anayasasının "zalimce ve olağan dışı cezalandırma"yı yasaklayan maddesini ihlal edip etmediğine dair yapılan duruşma sahnesi, Edison'ın eşinin hastalığı ve sonunda ölümü, Edison'ın oğlu ve kızı, oğlunun mors alfabesini bilmesi, kızının piyano çalması gibi gereksiz detaylar filmin konusunu oldukça dağıtmış. Hatta Nicholas Hoult'un canlandırdığı Tesla karakteri (özellikle filmin ilk yarısında) sanki birkaç satır da bunun için yazalım denmiş gibi. Hele ki Tesla'nın göçmen oluşu ve bu yüzden dışlandığı gibi detayları da vermeye çalışması filmi hem konusundan uzaklaştırmış hem de değinmeye çalıştığı bu noktaları değersizleştirmiş. Kötü kısımları geride bıraktığımıza göre ilginç kısımlarına geçebiliriz.



Bu filmin başarısı mı yoksa gerçekte olan olayların etkisi mi bilmiyorum ama filmden çıktığımda kafamda onlarca ilginç düşünce vardı. Bunlardan ilki şuydu: Geleceği bilim adamları mı yoksa hukukçular mı yazıyor?

Bunu ilk okuduğunuzda "Bilimadamları tabi ki! Bu da soru mu?" demiş olabilirsiniz. Filmden önce ben de öyle derdim sanırım. Sonuçta bugün hemen hemen her şeyde kullandığımız elektriği bilimadamları bulmasaydı şu an dünya ne halde olurdu? Sahi, hangi bilimadamı buldu elektriği? İşte burada hukuk devreye giriyor. Daha özel olarak, patent hukuku. Bana kalırsa filmin adını Patent Savaşları da yapabilirlermiş. Filmi izlerken ilk olarak patent hukukunun ne kadar değerli olduğunu fark ettim. O dönemde ABD'de bildiğiniz patent savaşları yapılıyormuş. Patent hukuku Türkiye'de yeni sayılabilecek bir alan. Bir kanunla düzenlemesi bile daha yeni 2017 yılında oldu (6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununda düzenleniyor). Dolayısıyla taa o zamanlar bu alanın bu denli önemli olduğunu görmek ilginçti.

Filmde pek çok başka hukuki gönderme de var. Mesela idam cezası ABD Anayasası'nın "Aşırı, zalim ve olağandışı cezalar"ı yasaklayan maddesini ihlal ediyor mu? İdam cezası insancıl ve hukuka uygun bir ceza mı? Aslında bana kalırsa bu filmi konusunun dışına çıkan gereksiz bir detaydı. Eğer salt sinematik açıdan bakarsak bu sahnenin neredeyse hiçbir anlamı yoktu ve konuyu dağıtıyordu. Ancak beni düşündürdü doğrusu. Özellikle elektrikli sandalyede idam edilen adam ile aynı anda Chicago fuarının elektrikle aydınlandığı sahne. Film bir sorgulama yapıyordu. Elektrik iyi mi kötü mü? Her iyi şeyin bir de kötü yanı oluyor. Elektrikli idam sandalyeleri de elektrikle çalışıyor. Bana kalırsa, film bu kısmı ele alması gerektiğinden uzun şekilde ele almış. Eskiden idam yöntemlerinin çok kanlı olduğundan ya da insancıl olmadığından başlayıp elektrikli sandalye ile idam edilecek ilk kişi olan adamın karısını öldürdüğünü itiraf ettiğini söylediği anı bile gösteriyorlar. Çok gereksizdi.

Filmde şirketler hukukuna daha özel olarak şirket birleşme ve devralmalarına da pek çok atıf vardı. Filmden çıkınca hukukun gerçekten hayatın her alanında önemli bir rolü olduğunu bir kere daha hatırladım. Tesla kendi kurduğu şirketten atılıyor, Edison kendi kurduğu şirkette sadece hissedar olup şirketin isim değiştiriliyordu.

Filmde sıkça tekrarlanan bir diğer tema da "hatırlanmak"tı. Özellikle Westinghouse, Edison'ı dünyada hatırlanmak istediği için adını her yere yazmaya çalışmakla suçluyordu.

George Westinghouse: "Eğer hatırlanmak istiyorsan, bu basit, bir başkanı vur. Ama benim deyimimle bir mirasın olsun istiyorsan, dünyayı bulduğundan daha iyi bir yer olarak bırak."


Filmin güzel yanı kimsenin kötü karakter olmamasıydı. Filmde gitmeden önce konu hakkındaki geçmiş bilgilerime dayanarak Edison'ın kötü gösterileceğini tahmin ediyordum. Ancak öyle olmadı. Kimse kötü değildi. Ancak Westinghouse hepsine kıyasla daha iyi bir adam gibi resmedilmişti. Edison'la rakip değil de ortak olmaya çalışıyordu.

Edison'ın bugünkü sinemanın mucidi olduğunu bilmiyordum. Filmde öğrendim. Filmin sonunda Edison'ın sinema ekranından Tesla ve Westinghouse'un birlikte yaptığı şelale projesini izlemesi hoş bir detaydı. Yine Westinghouse'un "Edison Ödülü"nü kazanması da öyle.

Kısacası filmin anafikri bugün sahip olduğumuz çoğu şeyi Edison, Westinghouse ve Tesla'ya borçluyuz. Bu bir ekip çalışması. Onlar bugünlerin, modern zamanların, aydınlık bir dünyanın mucitleri.

Bu arada eğlenceli bir bilgi olarak şunu da söyleyeyim: Edison gerçekten "westinghoused; westinghousing" diye bir kelime yaratmış. Elektrikli sandalyede insan öldürmeye bu isim veriliyormuş. Tabi ki resmi sözlüklerde yok. Ama urbandictionary'de var mesela.


Sonuç

Filmi o dönem yaşanan olayları merak edenler için önerebilirim. Film biraz sıkıcıydı, özellikle ilk yarısı. Kostümler oldukça güzel. İzlemesi keyifli bir tarihi biyografik bir film. Filme 3.5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!

06 Ağustos 2019

Ritüel / Midsommar (2019) Film İncelemesi


Merhabalar! Midsommar (Ritüel) filmini izledim. Filmi oldukça beğendim. Doğrudan film hakkındaki spoiler'sız düşüncelerimi okumak isterseniz Sonuç kısmına bakabilirsiniz. İyi okumalar!

Fragman

Konu

İlişkileri sallantıda olan bir çift, arkadaş gruplarıyla birlikte İsveç'in kırsalında gerçekleşen yaz ortası festivaline katılır. Ancak festival bekledikleri gibi çıkmaz. Grup kendini pagan kültürü geleneklerini devam ettiren bir cemiyetin arasında bulur.



Yönetmen, Senarist, Oyuncular

Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini Ari Aster üstlenmiş. Filmin başrollerinde Florence Pugh (Dani) , Jack Reynor (Christian), Vilhelm Blomgren (Pelle) bulunuyor.

Film Üzerine Düşünceler

Normalde çok fazla korku filmi izleyen biri değilim. Dolayısıyla bu türe yabancı olduğumu söyleyebilirim. İlginç bir biçimde iki korku filmi yazısı üst üste geldi. (Bkz: Us Film İncelemesi) Bu iki filmin de ortak noktası aşina olduğumuz konseptleri kurguyla birleştirmeleri. Gerçekçiliği arttıran bir şey bu. Yani mesela gerçekten el ele tutuşan insanlar vardı (Us) ve gerçekten bir yaz ortası festivali de var. 
Açıkçası Us (Biz) filmi beni korkutmamıştı ama Ritüel beni kelimenin tam anlamıyla dehşete düşürdü. Bu kadar çiçekli bir filmin insanı bu denli korkutması bence takdire şayan. Klasik korku filmleri karanlık eski evlerde, korkunç ormanlarda, ne bileyim korkunç ve karanlık yerlerde geçer. Ama bu film öyle değil. Bu film arkaplanda açık mavi bir gökyüzü ve binlerce rengarenk kır çiçeği varken bile sizi korkutmayı başarıyor.


Filmin her bir sahnesi görsel bir şölen. Çekimler oldukça başarılı. İşin teknik kısmına çok hakim olmasam da daha önce görmediğim çekimler olduğunu söylemeliyim. Özellikle Dani 'Mayıs Kraliçesi' seçildikten sonra tacındaki çiçeklerin, oturduğu çiçeklerden oluşan koltuktaki bitkilerin hareket etmesi oldukça ilgi çekici detaylardı. Filmin temelini oluşturan Pagan inancı doğrultusunda doğanın canlı olduğunu gösteren küçük detaylardı.


Filmdeki şarkılar görsellikle birleştiğinde tüyleri diken diken eden sahneler ortaya çıkmış. Christian ve Maja'nın cinsel birliktelik sahnesi, hayat döngüsünü sağlayan yaşlıların uçurumdan atlaması vs. Yine Christian ve Maya'nın cinsel birliktelikleri esnasında çıkan seslerin diğer taraftan Dani'nin feryatlarıyla birleşmesi de etkileyici sahnelerdendi. 
Dani, filmin başında ailesini trajik bir biçimde kaybediyor. Bu sahnede Christian'ın kucağında bağırarak ağladığını görüyoruz. Bu ağlama filmin ilerleyen kısımlarında göreceğimiz Pagan tepkilerine oldukça benziyor. Ailesini bir gecede kaybeden Dani, en sonunda kocaman ama tüyler ürpertici bir ailenin parçası oluyor. Zaten Pelle, Dani'nin topluluğun bir parçası olacağını, Mayıs Kraliçesi olacağını öngörmüştü. Filmin sonunda Dani'nin gözyaşlarının arasında bir gülümseme görüyoruz.



Yine ensest ilişkiden doğan engelli çocukların zihinlerinden çıkan çizimlerin kahinler tarafından yorumlanarak kutsal kitaplarının yazılması ilginçti. Sebep olarak da bu insanların zihinlerinin bilişsel aktiviteler tarafından kirlenmediği söyleniyordu.



Arkadaş grubunun üyelerinin teker teker farklı biçimlerde ölüşü klasik bir korku filmini andırıyordu. Ancak ilgimi çeken bir tanesi var. Christian'ın adı Hristiyan anlamına geliyor.  Christian film boyunca bize gösterilen en itici karakter. Filmin sonunda en büyük ve görkemli ölüm de onun oluyor. Bildiğiniz gibi Paganizm Hristiyanlıktan önceki dönemde hüküm sürüyor. Bana kalırsa karakter için bu ismin seçilmesi tesadüf değil. Yani Neopagan bir grup Hristiyanlığı yakıp bitiriyor.


Filmin ardından biraz araştırma yaptım. Ari Aster, IMDb'ye filminin Robin Hardy'nin The Wicker Man filminin başlattığı türe bir katkı olduğunu söylemiş. Aynı zamanda filmin en basit ifadeyle bir ayrılık filmi olduğunu söylemiş. Kendisi herhangi bir 90'lar lise romantik komedisi izlerseniz aradaki benzerlikleri göreceğinizi söylüyor. Başkahraman bir kız ve yanlış adamla birlikte. Üstelik doğru adam burnunun dibinde. Filmin sonunda da kız adamdan ayrılıp tüm kötü anılarını ateşe veriyor ve yeni bir güne uyanıyor. Aster, amacının insanları kafası karışık bırakmak olduğunu da belirtiyor. Doğrusu amacına ulaştığını söylemeliyim.

Neopaganizm

Yaptığım araştırmalara göre pagan geleneklerini devam ettirmeye çalışan gruplar hala var. Bu gruplar özellikle İskandinavya'da bulunuyor. Bu akıma "neopaganizm" deniyor. Bu gruplar filmde gösterildiği kadar marjinal midir bilemiyorum.

Gerçekten bir Midsummer (Yaz Ortası Festivali) Var Mı?

Midsummer festivali diye bir festival gerçekten var. Bir İskandinav geleneği. Tabi ki filmdeki gibi korkutucu değil. Eskiden Yaz Ortası Festivali yılın en uzun gününü ve yazın gelişini kutlamak için yapılan bir pagan bayramı imiş. Katoliklikten sonra bunların yanında Aziz John Baptist'in doğumu da kutlanmaya başlanmış. Günümüzde yaz ortası festivali tamamen doğa ve ışığın gelişi ile ilgili. En önemli simgelerinden biri de "maypole". Bu festivallerde Små grodorna adını verdikleri ve kurbağa hareketlerinden esinlenilmiş bir dans yapılıyor. Büyük ihtimalle filmdeki danslarda da bundan esinlenilmiş. Festival kıyafetleri de filmde gösterilene oldukça benziyor. Yani aslında filmdeki çoğu şey gerçek bir midsummer festivaliyle tıpatıp aynı. Kaynak: Refinery29
İsveç'teki yaz ortası festivallerinde birinde kullanılan "maypole"
Filmdeki "maypole"


Sonuç

Film 2 saat 27 dakika, oldukça uzun. Eğer daha hareketli filmlerden hoşlanıyorsanız tavsiye etmem. Aynı zamanda hassas görüntülere karşı çok duyarlıysanız yine tavsiye etmem. Çok fazla şiddet içeren görüntü var filmde. Tüm bunlara rağmen yine de türünün en iyilerinden olan bir filmi izlemek istiyorsanız Ritüel'i tavsiye ederim. Oyunculuklarıyla, müzikleriyle, görselliğiyle film oldukça üst düzeydi. Filmden mutlu bir biçimde çıkmayı beklemeyin. Film bir korku filmi neticede. İşini oldukça iyi yaptığını söyleyebilirim. Sonraki sabah bile hissedeceğiniz bir rahatsızlık hissi bırakıyor. Filme 5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!





Ari Aster, Florence Pugh ve Vilhelm Blomgren film çekimlerinde


25 Mart 2019

Us (Biz) Ayrıntılı Film İncelemesi (Spoiler'lı)


Herkese merhabalar! Uzun süredir yazı yazmaya fırsat bulamıyordum. Hatta öyle ki bu yazı 2019'un ilk yazısı olacak ve Mart ayının sonundayız! Yazı yazamadığım süreçte pek çok yeni okuyucuya ulaştığımızı fark ettim. Bunun sevinciyle uzun zamandır ilk defa boş olmamı fırsat bilip 2019 yapımı "Biz" (Us) filmi hakkında ayrıntılı bir inceleme yazısı yazayım dedim. Bu yazıda film hakkındaki görüşlerime yer verirken aynı zamanda filmdeki bazı imgelerin de ne anlama geldiğini sizlerle paylaşacağım. Yani bir çeşit: Us Filmini Anlama Rehberi! Eğer ıvır zıvırla uğraşmadan hemen fikrimi öğrenmek istiyorsanız doğrudan Sonuç bölümünü okuyabilirsiniz. 

Film Hakkında: Konu, Yönetmen ve Oyuncular

Film, bir ailenin kendilerine tıpatıp benzeyen ve onlara zarar vermeye çalışan başka bir aile ile karşılaşmasını konu ediniyor. Filmin hem senaristi hem de yönetmeni Jordan Peele. "Ya ben bu adamı nerden tanıyorum?" derseniz, kendisi 2017 yapımı Get Out (Kapan) filminin hem senaristi hem de yönetmeniydi. Üstelik Get Out ile 2017 Oscar Ödülleri'nde En İyi Özgün Senaryo Oscar'ını alarak bu kategoriyi kazanan ilk Afroamerikan olmuştu. Şahsen ben Get Out filmini beğenmemiştim. Hatta En İyi Film kategorisinde Oscar adayı olabilecek bir film dahi olduğunu düşünmüyordum. Neyse, bugün Biz'i konuşuyoruz. Biz (Us) filminin başrollerinde 2014 Oscar ödüllerinde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan Lupita Nyong'oWinston Duke ve Elisabeth Moss gibi isimler bulunuyor.

Film Üzerine Düşünceler

Bence filmin senaryosu oldukça saçmaydı. Pek çok boşluk vardı. Film, Amerika'nın altında binlerce kullanılmayan tüneller olduğunu ve bu tünellerin hiçbir "bilinen" amacının olmadığını söyleyerek başlıyor. Filmin kurgusu ise şöyle Amerikan hükümeti zamanında Amerika'da yaşayan her bir insanın birer klonunu yaparak onları yeraltı tünellerinde tutmaya başlamış. Bunu yapmalarının amacı ise devletin bu klonları kullanarak yeryüzündekileri yönetmeye çalışması. Yani senaryoya göre bu klonlar ve gerçekleri aynı şekilde düşünüp hareket ediyor. Ancak devlet bu projeyi yarıda bırakınca yerin altındaki insanlar tek başlarına amaçsız bir şekilde kalıyorlar. Bir gün bir tanesi yer yüzüne çıkıyor ve klonu olduğu kişiyle karşılaşıyor.

Birinci saçmalıkla başlıyorum. Bu bahsi geçen proje hangi tarihte başlamış ve ne zaman bitirilmiş? Doğan her insan tam olarak nasıl klonlanmış? Yani filmde anne ve babanın da çocukların da klonları var. Peki anneanne ve dedenin de klonları var mıydı? İkinci saçmalık ise o kadar insanın tünellere nasıl sığacağı. Öncelikle kaç tane tünel var? Hadi diyelim herkesin klonu bu tünellere sığdı. Bu tüneller birbirleriyle bağlantılı olmalı ki yeryüzünde karşılaşan her bir kişinin klonları da birbirleriyle karşılaşıp ilişki kurabilsin. Hem tüm bu insanlar gerçeklerinin yaptığı hareketleri yaparken nasıl oluyor da birbirleriyle çarpışmıyor? Bu insanların tavşan yediğini ve bu yüzden tünellerde birsürü tavşan olduğunu görüyoruz. Bu klonlar madem terk edildi, yerin altında başka hiçbir kaynak yokken o tavşanları kim besliyor?  Nereden baksanız saçmalıktı filmin bu kısmı. Üstelik burası öyle küçük bir ayrıntı da değil filmin temeli. Senaryosunda bu kadar büyük bir boşluk olan bir film nasıl iyi bir film olarak değerlendirilebilir?

İkinci saçmalık ise bu şeytani klonlar yeryüzündekileri kontrol etmek için üretilmiş ve yukarıdakilerin aynılarını yapıyorlar ise nasıl oldu da bir anda kötüleşerek isyan edebildiler? İradeleri var mı yok mu? Diyelim ki bir şekilde bilinç kazanarak irade edindiler. Ancak filmin sonlarına doğru bir sahnesinde küçük çocuğun kendi kötü ikizini hareket ederek yönettiğini görüyoruz. Tam olarak nerede gerçeklerinin taklidini yapıp nerede kendi iradelerini kullanarak hareket ediyorlar?

Bu kısmın ilham kaynağını öğrenmek için Rehber kısmına geçerek köstebek insanlar kısmını okuyabilirsiniz.

Ayrıca filmin senaryosunda komik denebilecek kadar basit foreshadowingler vardı. Zora'nın arabadayken "Hükümetin bizi yönetmek için içme suyumuza flor kattığını biliyor muydunuz?" demesi mesela. Aslında yıllar önce klonu olduğu kişinin yerine geçen ve klon olan annesi arkasına dönerek anlamlı bir bakış atıyordu. Bana kalırsa film basit ve iyi düşünülmemiş bir komplo teorisinden ileri gidememiş.

Filmin görünen kısmının önemsiz olduğu ve aslında başka şeyler anlatmaya çalıştığını düşünebiliriz. Bu çift kişiliklerin insanın bastırdığı duygularının simgesi olduğu, insanın özgür olmak ya da zor durumdayken her türlü canavarca şeyi yapabileceği anlatılmaya çalışılmış olabilir. Tüneller insanın bilinçaltını simgeliyor olabilir. Ancak bana kalırsa bu çok daha başarılı şekilde anlatılabilirdi. Zaten yazının sonunda hem derin anlamları olan hem de başarılı bir olay örgüsüne sahip bir filmden bahsediyorum.

Us (Biz)'in biraz da güzel yanlarından söz edeyim. Bence filmin bazı sahneleri tek başına gerçekten etkileyiciydi. Güzel müziklerle harmanlanmış etkileyici görsellerdi. Filmin girişinde isimler yazarken kafesteki tavşanların olduğu sahne, filmin sonunda Adelaide Wilson ve Red'in dövüşünün yıllar önce yaptıkları dans ile birleşmesi... Bu sahneleri başka bir filme alıp yerleştirsek gerçekten harika bir şey olabilirdi. Filmin diğer güzel bir yanı ise oyunculukların çok başarılı olması idi. Özellikle Lupita Nyong'o her iki karakteri de çok iyi canlandırmıştı. Ancak filmin genelinin ve özellikle de senaryosunun başarısız olduğunu düşünüyorum. 

Rehber  

Köstebek insanlar (Tünel İnsanları)

Köstebek insanlar, Amerika'da bir zamanlar metro, tren, kanalizasyon ve sığınak olarak inşa edilmiş ancak artık kullanılmayan yer altı tünellerinde yaşayan evsiz insanları tanımlamak için bir kavram. Bunun hakkında yerin altında tamamen başka ve gizli bir toplumun oluştuğuna dair bilim-kurgu ve hatta komplo teorileri bulunuyor. Filmin senaryosunun temelini de bu komplo teorisi oluşturuyor.

Yeremya 11:11 

Santa Cruz'da evsiz bir insanın elinde "Jeremiah 11:11" yazan bir pankart tuttuğunu görüyoruz. Aynı zamanda 11:11 imgesi saat olarak da kullanılmıştı. Baş karakter Adelaide, saati 11:11 olarak görünce kendi kötü ikizinin ona yaklaştığını hissettiğini söylüyordu. Filmin sonunda klon ve gerçek karakter karşı karşıya geldiklerinde onları tanrının karşılaştırdığını söylüyorlardı. 

“Bu yüzden Tanrı şöyle dedi: ‘Onlara kaçamayacakları bir felaket getireceğim. Bana yakarsalar da onları dinlemeyeceğim.” -  İncil, Yeremya 11:11

Hands Across America

Lupita Nyong'o Us (Biz) filminde - 2019

Filmin başında televizyonda gösterilen bir reklamdı ve ardından filmin sonlarında"kötü ikizlerin" el ele tutuşup upuzun bir sıra oluşturduğu görüntünün ilham kaynağı idi. İlginç olan şu ki gerçekten, Hands Across America, 1986 yılında evsizler için yapılan bir yardım toplama etkinliği idi. USA for Africa tarafından düzenlenen etkinliğin amacı  evsizlik ve açlıkla savaşmak için 100 milyon $ toplamaktı. Etkinlik 60 milyon insanı New York'tan Long Beach, Kaliforniya'ya kadar el ele tutuşturarak bir insan zinciri oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Sadece 15 milyon $ toplanabildi. Ki bu ancak etkinliği oluşturmak için harcanan para kadar ediyordu. Etkinliğin başarısız olma sebebi ise Amerika'nın çöllerden, dağlardan ve nehirlerden oluşan bir coğrafyaya sahip olması idi.


Mayıs 1986. Amerika'da bir insan zinciri oluşturularak evsizlik ve açlık için farkındalık yaratılarak para toplanıyor.


Sonuç

Filmden çok memnun ayrılmadım. Filmin olay örgüsünde boşluklar olduğunu düşünüyorum. Hatta kocaman boşluklar...  Filmden "Çok tuhaf bir şey izledim acaba ne anlama geliyor?" diye değil de "Ne saçma şeydi!" diye ayrıldım. IMDb'ye baktığımda ise oldukça şaşırdım çünkü filmin Metascore'unun 81 olduğunu gördüm. Acaba filmi ben mi anlayamadım diye bir eleştiri okudum. Eleştiride Jordan Peele'in filmlerine kendisini etkileyen filmlerden esintiler olduğunu ve bu filminin de özellikle 1980 yapımı Kubrick filmi “The Shining"e bir övgü olduğu yazıyordu. 

The Shining - Cinnet (1980)
The Shining - Cinnet (1980)
Us'ı The Shining'e benzetmenin bile The Shining'e bir hakaret olduğunu düşünüyorum  The Shining her ne kadar uzun olsa da kendisini sonuna kadar izleten, izlerken merak ettiren ve bittikten sonra da sizi düşündüren bir film. Süpernatürel bir korku filmi olmasına rağmen senaryosunda hiçbir saçmalık da yok. (Buna rağmen onun Metascore'u 63.) Eğer "Biz" filmine gitmeli miyim diye düşünüyorsanız size tavsiyem eğer izlemediyseniz The Shining'i izlemeniz.

Us (Biz) filmine 5 yıldız üzerinden 3 yıldız veriyorum. O da birkaç tane güzel sahnesinin ve oyunculukların hatrına... Sonraki yazıda görüşmek dileğiyle!

Lupita Nyong'o Adelaide Wilson/Red karakteri ile Us filminde - 2019
Madison Curry Us filminde küçük Adelaide Wilson rolünde - 2019

Lupita Nyong'o, Shahadi Wright Joseph ve Evan Alex Us filmde - 2019

Lupita Nyong'o, Winston Duke ve Evan Alex Us filminde - 2019

08 Eylül 2018

Sharp Objects'in Sonunda Ne Oluyor? Katil Kim?


Sharp Objects başrolünde ünlü oyuncu Amy Adams'ın yer aldığı 2018 tarihli HBO yapımı bir mini dizi. Dizinin yaratıcısı Marti Noxon, yönetmeni ise Dallars Buyers Club'ı yöneten Jean-Marc Vallée

Sharp Objects vahşi bir cinayeti yazmak üzere memleketine dönen gazeteci Camille Preaker'ın (Amy Adams) geçmişiyle yüzleşmesini konu ediniyor. Sharp Objects, Gillian Flynn'in aynı isimli romanından uyarlanmış. Kitap ülkemizde de Keskin Şeyler adıyla satılmakta. Öncelikle diziyi çok beğendiğimi söyleyeyim. Açıkçası izlemesi zor bir dizi, gergin ve sinir bozucu olabiliyor. Ancak başarısı da burada zaten. Dizi, 8 bölüm boyunca sizi merakta bırakmayı başarıyor ve hatta final bölümünde dahi merakınızı tam anlamıyla gidermediğini söyleyebilirim.

Sharp Objects'in "Milk" isimli sekizinci ve final bölümünü izledikten sonra aklınızda pek çok soru işareti kalmış olması muhtemel. Bu arada yazının tamamını okumadan önce söyleyeyim: dizinin kapanış (credits) bölümünün ardından ek bir sahne var. Eğer izlemediyseniz önce onu izlemenizi tavsiye ederim. Evet, eğer her şey tamamsa başlayalım. Tahmin edeceğiniz üzere aşağıda bayaa bir spoiler var. İyi okumalar!

Katil Kim?


Adora'nın (Patricia Clarkson) katil olduğunu öğrenmiş ve her şeyi çözdüğümüzü sanırken son 10 saniyede Natalie Keene ve Ann Nash'i öldürenin Amma (Eliza Scanlen) olduğunu öğrenmiştik.

Öncelikle şunun altını çizeyim: Adora, Marian'ı yıllar önce yavaşça zehirleyerek öldürdü ve az kalsın aynısını Camille ve Amma'ya da yapacaktı. Ancak anlaşılan o ki Wind Gap'teki yeni cinayetleri işleyen kişi Amma imiş.

Birazcık geriye dönelim. Adora, Marian'ı öldürmekten hapse girince Amma ablası Camille ile birlikte St. Louis'e yerleşiyor. Yaşadıkları tüm o kaos ve travmaya rağmen her şey iyi gidiyor gibi görünüyor. Ta ki Camille, Amma'nın bebek evindeki dişi bulana kadar. (Hatta anladığım kadarı ile parkenin hepsini dişlerden yapmış) Bu dişler Amma'nın eski sınıf arkadaşları olan Natalie ve Ann'a ait. Bunu fark eden Camille, kapı ağzında duran Amma'ya dehşet içinde bakıyor ve Amma "Lütfen anneme söyleme" diyor.


Kapanıştan sonra gelen kısa ama korkutucu görüntülerde Amma'nın, arkadaşları Kelsey ve Jodes'un yardımı ile birlikte cinayetleri nasıl işlediğini görüyoruz. Böylece Amma gibi küçük bir kızın, kızların dişlerini arkadaşlarının yardımı ile sökebildiğini de anlamış oluyoruz. Ayrıca bu ekstra sahnede Amma'nın St. Louis'teki yeni arkadaşı Mae'i de öldürdüğünü görüyoruz. Hatırlarsanız, annesi kapıyı çalıp kızların bir kavga ettiğini söylüyor ve Camille'e nerede olduklarını bilip bilmediğini soruyordu.


Yapımcıların diziyi bu şekilde bitirmeyi seçmeleri sebebiyle, izleyiciler Amma'nın Natalie, Ann ve Mae'i neden öldürdüğünü öğrenemiyor. Kitabın sonu da böyle şaşırtıcı biçimde bitiyor. Ancak kitapta Amma'nın Natalie ve Ann'i öldürme sebebinin Adora'nın onlara gösterdiği ilgi olduğunu öğreniyoruz. Adora, Natalie ve Ann'in asi davranışlarını düzeltmeye ve onlara yol göstermeye çalışırken Amma Adora'nın kendisi dışında birileriyle ilgilenmesini kıskanıyor. Mae'i öldürme sebebi ise Camille'in Mae'e ilgi göstermesi. Amma, bu sefer de ablasının onun dışında biriyle ilgilenmesini kıskanıyor.


Kitapta Amma'yı kızları öldürmeye iten sebepler daha ayrıntılı şekilde Camille'in ağzından anlatılmış:

Dişlere gelince, onları sadece ihtiyacı olduğu için aldı. Bebek evi mükemmel olmalıydı, tıpkı Amma'nın sevdiği her şey gibi. Bence fazlası da var. Ann ve Natalie, Adora onlarla ilgilendiği için öldü. Amma bunu haksızlık olarak algılamış olmalı. Annemin uzunca süre onu hasta etmesine izin veren Amma. Bazen insanların sana bir şey yapmasına izin verdiğinde, bunu aslında onlar için yapıyorsun. Amma, Adora'yı Adora'nın onu hasta etmesine izin vererek kontrol etti. Karşılığında rakipsiz bir sevgi ve sadakat talep etti. Başka hiçbir küçük kız izin vermedi. Aynı sebeplerle Lily Burke'ü (dizideki adıyla Mae) öldürdü. Çünkü Amma, onu daha çok sevdiğimden şüphelendi.

Dizide Camille'in hikayesi biraz havada kalıyor. Ancak kitapta Amma'nın tutuklanmasının ardından Camille, sağlıklı bir aile hayatını deneyimlemek amacı ile editörü Curry (Miguel Sandoval) ve eşinin yanına taşınıyor. 

Şimdilik HBO'nun diziyi ikinci sezona taşıma planı yok gibi görünüyor. Zaten ikinci sezon için yeni bir kaynak da yok. Belki böylesi daha iyidir. Amma'nın parmaklıklar ardındaki yaşamını görmemiz gerekli mi? 

Geriye sadece Amy Adams'ı Emmy konuşmasını dinlemek kaldı! Sizce dizi nasıl bitti, Amy Adams'ı benim kadar başarılı buldunuz mu? Düşüncelerinizi yorumlarda belirtmeyi unutmayın. 



Kaynak: Esquire

03 Eylül 2017

Yedinci Hayat (What Happened to Monday) Film İncelemesi


What Happened to Monday, Seven Sisters gibi isimleri olan ve dilimize Yedinci Hayat olarak çevrilen  aksiyon bilimkurgu olarak nitelendirebileceğimiz, Noomi Rapace'nin 7 farklı karakteri canlandırdığı filmi geçtiğimiz gün izledim. Ülkemizde 1 Eylül'de vizyona giren filmin kadrosunda İsviçreli aktris Noomi Rapace'in yanında, Glenn Close (Nicolette Cayman), Willem Dafoe (Terrence Settman), Marwan Kenzari (Adrian Knowles) bulunuyor. Yönetmen koltuğunda şahsen aksiyon filmlerinde başarılı olduğunu düşündüğüm Tommy Wirkola oturuyor. Film hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce biraz filmi incelemek istiyorum. Yazı boyunca film hakkında film zevkinizi bozup, tadını kaçıracak pek çok önemli detaydan, sürprizden bahsediyorum. Bu yüzden film hakkındaki düşüncelerimi öğrenmek için doğruca sonuç bölümünü okuyabilirsiniz.

Konu

Nüfus patlaması sebebiyle ailelerin tek bir çocuk yapmasına izin verildiği bir gelecekte yediz kız kardeşler 30 yaşına kadar gelmeyi başarmıştır. İsimleri haftanın günleri olan kızların her biri kendi gününde dışarı çıkarak tek bir kimliği paylaşırlar. Karen Settman kimliğini paylaşan 7 kız kardeşten biri bir gün ortadan kaybolur. Kızlar kardeşlerine ne olduğunu öğrenmek amacıyla kendilerini büyük bir maceranın içinde bulurlar.

Fragman



Film Üzerine Düşünceler (Baya Spoiler'lı - İzlemeden sakın okuma!!!)

Filmi distopyanın içerisinde bir aksiyon filmi olarak nitelendirebilirim. Mantıklı bir kötü gelecek senaryosu oluşturulmuş. Nüfus artışı, nüfus artışı sebebiyle yiyecek kıtlığı, yiyecek kıtlığına çözüm olarak genetiği değiştirilmiş yiyecekler ve bu yiyecekleri yiyen insanların artık ikiz, üçüz, dördüz hatta filmin başkahramanları olan Settman'lar gibi yediz çocuklar doğurması... Zaten oldukça artmış olan nüfusa eklenen bu çocuklardan tek bir tanesi yaşatılıp diğerleri devlet tarafından daha iyi bir dünyaya uyanmak üzere uzun bir uykuya yollanıyor. Buna "Tek Çocuk Yasası" deniyor ve arkasında da biyolog Nicolette Cayman var. Cayman bu yasayla çok takdir görüyor ve hatta seçimler için adaylığını bile koyuyor. Terrence Settman isimli bir adamın kızı yediz doğurur ancak kızı doğum sırasında hayatını kaybeder. Babaları da olmayan bu yedi kızı büyükbabaları Terrence Settman büyütür. Yedizler, dışarı çıktıklarında ortak, tek bir kimliği: Karen Settman'ı paylaşırlar. Evin içinde kendileri olabilmektedirler. 30 sene boyunca kızlar hayatta kalmayı başarır. Ancak bir gün Monday yani Pazartesi eve dönmez.


 7 kız kardeşi birden Noomi Rapace canlandırıyor. Benim kendisini ilk izleyişim diyebilirim. Prometheus, Sherlock Holmes: Gölge Oyunları, Ejderha Dövmeli Kız, Kirli Para gibi bilindik yapımlarda oynamasına karşın ne yazık ki birini bile izlemedim. Bana sorarsanız çok iyi bir oyunculuk sergileyememiş. Ama yine de karakterleri ayırt edebildim. Bu onun başarısı mı yoksa senaristin mi bilemiyorum. Aynı oyuncuyu farklı karakterlerde izleme olayı, Orphan Black izleyenlere tanıdık gelmiştir. Filmde, Pazartesi, çalışkan, ailesine değer veren, idealist birisi; Salı uyuşturucu bağımlısı ve sürekli panik halinde; Çarşamba sportif; Perşembe yaramaz, asi; Cuma bilgisayar kurdu, inek; Cumartesi partici, süsüne püsüne düşkün, hafif meşrep ve Pazar da inançlı. Basmakalıp insan tipleri (stereotype lafını kullanmak istemedim :)) günlerle özdeşleştirilmeye çalışılmış. 

Willem Dafoe ve Clara Read 

Bana sorarsanız filmde oldukça fazla mantık hatası var. Aklıma gelenleri yazı boyunca sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Neyse, bunlardan ilki, 7 farklı kişiliğe sahip insanın tek bir karaktere bürünmesinin sürdürülebilir olamayacağı. Şöyle açıklayayım: filmde yedizlerin çocukluğuna döndüğümüz flashback'ler var. Bunlarda matematik problemlerini çözebilenin sadece Cuma olduğunu görüyoruz. Her birinin yeteneklerine uygun bir meslek seçecekleri özellikle vurgulanıyor bu sahnede. Bankacılık mesleği tüm bunları kapsıyor mu yani? Pazartesi'nin ortadan kaybolmadan önce terfi almak için sunum yapacağı bilgisini veriliyor seyirciye. O sunum çarşambaya denk gelseydi Settman yapamayacak mıydı? Ya da hesap kitap gerektiren işler sadece cumaya mı denk geliyor? Yani nereden bakarsanız bakın saçma. Senarist 7 farklı karakterin tek bir kimliği sürdürebilmesini mantıklı kılabilmek için akşam oturup hepsi o gün yaşadıklarını birbirleriyle paylaşıyor gibisinden bir çözüm bulmuş ama yeterli değil bence. (Hem Pazartesi ilişkisini nasıl sakladı o zaman?) 

Diğer bir mantık hatası ise Cuma'nın tüm apartmanların planları dahil her şeyi görebiliyor oluşuydu. Hani Çarşambayı yönlendirirken şu çıkış en mantıklısı bilmem ne olayı bana inanılmaz saçma geldi. Kızların oturdukları yeri biliyorken başta 3-4 kişilik ekip göndermeleri ancak kızların bu ekibi etkisiz hale getirmesinden sonra eve uzunca süre başka kimsenin uğramaması da başka saçma bir ayrıntıydı. Perşembe ve Cuma uzunca bir süre kendi evlerinde vakit geçirebildi. Üstelik olayı gizli tutmaya çalışan ekibin kapıcıyı vurması ya da her türlü olaya Tek Çocuk Büro'sunun gidişi mantıksızdı.

Beğenmediğim diğer bir ayrıntı ise her şeye ucu ucuna değinmeleri. "Her şeyden azıcık olsun"culuk. Zaten filmin türü de belli ediyor bu mantaliteyi. Aksiyon, macera, suç, bilimkurgu ortaya karışık bir film. Filmin başlangıcında distopya kurarken "İklim değişikliği gerçek" demesi de ayrı komikti. 2043 yılında yeni mi diyorsunuz bunu? İklim değişikliği, fosil yakıtların tükenmesi bir de olmuşken Trump eleştirisi araya sokalım. Siyasilerin iktidar uğruna yapacaklarının sınırı yok mesajı da verelim. Falan filan...

Filmde hoşuma giden şeyler tabi ki var. Mesela inançlı olanın ölürken "Kim olduğumu bilmiyorum." demesi ya da Cuma'nın hayatı pahasına da olsa fotoğrafları kurtarmaya çalışması ve gerekçe olarak da "Bir zamanlar yaşadığımızın tek kanıtı onlar" demesi gibi. Film, insanın ölürken bile aslında tek derdinin bir zamanlar yaşadığının farkında olunması oluşu ve genel olarak varolmak, birey olmak ve yaşama hakkı konusunda insanları etik bir sorgulamaya çağırıyor.

Yedinci Hayat, bir süre sonra Testere tadında bir şey oluyor. Her kız kardeşin farklı şekilde ölümünü izliyoruz neredeyse. Ama aksiyon filmi olarak gerçekten başarılı. Heyecanlı bir macera ama çok mantık aramamak lazım. Film şaşırtıcı biçimde bitiyor mu? Sayılır. Bazı ayrıntıları ben de tahmin etmiştim ama tahmin edemediklerim de oldu.

Not: (spoiler) Filmi baştan anlatmak ya da sonunu direkt buraya yazmak istemiyorum ama kafama gerçekten takılan bir şey var. Ben mi kaçırdım yoksa aceleye mi gelmiş bilmiyorum. Pazartesi çocuklarını korumak için Cayman fonuna yüklü miktarda para geçirecek illegal bir anlaşma yapıyorken niye kız kardeşlerini de ele vermek zorunda kalmış? Bu Cayman, Settman'ın 6 kardeşi daha olduğunu nereden öğrenmiş. Terrence Settman'la tanışıyorlar mı? Bunu ima eden saçma bir replik vardı, büro ajanı ve Cayman arasında. Olay ne gerçekten çözemedim. Cayman'a gidip "ben ikizlere hamileyim sana para vereyim onları yaşat" demek varken kızkardeşlerini neden araya soktu? (spoiler)

Glenn Close, Nicolette Cayman rolünde.


Sonuç

Film bir aksiyon filmi olarak oldukça başarılı. Seyirciye dolu dolu 123 dakika vaat ediyor.  Filmi buraya kadar oldukça kötülemiş olsam da paramın boşa gittiğini düşünmedim. Willem Dafoe ve Glenn Close'un performanslarını oldukça başarılı buldum. Filmin kalitesini bu ikili arttıyordu büyük oranda. Zaten vizyondakiler arasında en iyi seçeneklerden bir tanesi. Aksiyon, bilimkurgu seviyorsanız tavsiye ediyorum. Filme 3.5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!

15 Temmuz 2017

Maymunlar Cehennemi 3: Savaş (War for the Planet of the Apes) Film İncelemesi

Maymunlar Cehennemi serisinin üçüncü filmini dün izledim. Serinin diğer filmleri gibi bu filmi de oldukça beğendim. Her ne kadar şu sıralar içimden blogla uğraşmak gelmese de kendimi zorladım. Çoğu zaman çok güzel filmler izlediğim halde inceleme yazısı yazmaya tembellik edip filmi unutuyorum. Böyle güzel bir filmin arada kaynamasını istemedim.

Serinin 2011 tarihli "Maymunlar Cehennemi: Başlangıç" ismini taşıyan ilk filmi; bilim adamlarının beynin kendi kendini iyileştirmesi için tasarladıkları maddenin, süper zeki maymunlar yaratarak onların ayaklanmasına sebep olmasını konu edinmişti. 2014 tarihli "Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti" isimli ikinci filmde ise virüsün yayılmasından on yıl sonra, Caesar'ın başlarında olduğu genetik olarak evrimleşmiş maymun ırkının, hayatta kalan bir grup insan tarafından tehdit edilmesini anlatıyordu. Serinin üçüncü filmi War for the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi 3: Savaş) ülkemizde dün (14 Temmuz) vizyona girdi. Filmin yönetmen koltuğunda bir önceki filmde de olduğu gibi Matt Reeves oturuyor.

Fragman


Konu

Maymunların büyük kayıplar vermesinin ardından Caesar karanlık içgüdüleriyle savaşır ve türünün intikamını almak için efsanevi bir yolculuğa çıkar.

Yazının burdan sonrası film hakkında spoiler içeriyor.

Maymunlar Cehennemi gerçekten ufkunuzu genişletecek bir seri. Özellikle Şafak Vakti'nde maymunların da insanların geçtiği yollardan geçerek bir medeniyet kurması fikri beni çok etkilemişti. At binmeyi öğrenmeleri, ortak bir dil oluşturmaları, okuma yazma öğrenmeleri ve medeniyet yolunda daha pek çok adım... Özellikle ata binen bir maymun görmek beni oldukça heyecanlandırmıştı. Başka yazılarımda da bahsettiğim gibi başka bir canlı türünün insan düzeyinde evrimleşmesi fikri çok hoşuma gidiyor. Tanık olur muyum veya herhangi bir insan buna tanık olacak mı bilmiyorum ama düşüncesi bile çok eğlenceli. Maymunlar Cehennemi filmlerini izlerken "Ben de bu kadar yetenekli ve paralı olsam böyle çekerdim." diyorum. Yeni filmlerde beni daha fazla şaşırtamazlar diye düşünüyordum. Doğrusu ikinci film kadar şaşırmadım ancak bu filmde de salondan pek çok yeni düşünceyle çıktım.

Film savaş sahneleriyle pek çok eski savaş ve bilimkurgu filmini andırıyor. Matt Reeves söylediğine göre şu filmlerden ilham almış: On Emir (1956), Kwai Köprüsü (1957): özellikle Albay Nicholson (Alec Guinness) ve Albay Saito (Sessue Hayakawa) arasındaki ilişkiden ilham almış, Zafer Yolları (1957), Ben-Hur (1959), Arabistanlı Lawrence (1962): Reeves, David Lean tarzı bir maymun filmi yapmak istediğini söylemiş, Büyük Firar (1963), Maymunlar Cehennemi (1968): orijinal serinin tamamı referans alınmış, General Patton (1970), Maymunlar Cehennemine Dönüş (1970): Simian (Maymun) virüsü burdan referans alınmış. Kanunsuz Josey Wales (1976), Kıyamet (1979): Albay McCullogh karakterinde Albay Kurtz'den esinlenilmiş; filmin ikinci yarısında yeraltı tünellerinde "Ape-ocalypse Now" yazan bir grafiti görülüyor. Yıldız Savaşları: İmparator (1980): yönetmen Matt Reeves ve yazar Mark Bomback için ilham olmuş. Donkey Kong (1981) isimli bilgisayar oyunu: İnsanlar itaat eden maymunlara "eşek" diye sesleniyor, Müfreze (1986), Full Metal Jacket (1987): İnsan askerlerden birinin kaskı bu filmdeki kaska benziyor, Affedilmeyen (1992), Ceasar'ın at binerkenki sahnelerinde bu filmden esinlenilmiş, İnce Kırmızı Hat (1998): Albay'ı canlandıran Woody Harrelson bu filmde başrol idi.

Bu filmde Caesar'ın karizmatik lider imajı çok iyi çizilmiş. Andy Serkis oldukça iyi iş çıkarmış. O yürüdükçe maymunların birer birer ona yol verişinden ve sözüne değer verilmesinden Caesar'ın diğer maymunlar üzerindeki meşru iktidarını görüyoruz. Caesar iyi karakter özelliklerinin hepsini gösteriyor. Kötü karakteri öldürmemesi, kendi kişisel intikamını bir kenara bırakıp türünü korumaya çalışması vs.

Andy Serkis Caesar rolünde

Caesar'ın karşısında, insanların başında ise Albay denilen muhafazakar bir askeri lider var. Muhafazakar liderlerin hüküm sürdüğü çağımıza cesur bir eleştiri zekice yerleştirilmiş. Woody Harrelson'ın canlandırdığı Albay, Amerikan bayrağının asılı olduğu balkondan ordusuna hitap ederken arkaplanda Amerikan marşı çalıyor. Askerlerin bağırışları oldukça Nazileri hatırlatıyor. Son zamanlarda birkaç filmde daha benzer sahnelere rastlıyorum. Bir benzerini Star Wars Episode VII'de görmüştük mesela. (General Hux'ın konuşması) Filmin sonlarında Caesar'ın yanan Amerikan bayrağına asılıp kaçışı da zekice saklanmış anlamlı bir ayrıntı.

Woody Harrelson karakterin hakkını vermiş. Virüs bu filmde şekil değiştirerek karşımıza çıkıyor. Mutasyona uğrayan maymun virüsü bu sefer hayatta kalan insanların konuşma ve ileri düzey düşünme yeteneklerini ellerinden alıyor. Albay insan ırkının yok olmasını önlemek için kendince mantıklı gerekçelerle, virüse yakalanan ve konuşma yetisini kaybeden insanları öldürüyor. Buna kuzeydeki askerler karşı çıkıyor ve büyük bir savaş patlak veriyor. Burada da ikinci filmde Koba'dan sıkça duyduğumuz "Ape not kill ape" lafının bir benzerini görüyoruz.

Woody Harrelson Albay rolünde

Bu filmde orijinal seride de gördüğümüz Nova isimli kız çocuğuyla tanışıyoruz. Mutasyona uğramış virüse yakalanmış olan bu küçük kız maymunlarımıza bu macerada eşlik ediyor. Maurice karakteri anaç duygularıyla küçük kız çocuğunu yalnız bırakamıyor. Bu küçük kız çocuğu, Albay ve Caesar arasındaki ilişki sebebiyle kafamızda kutuplaşan insan ve maymun ırkının bir arada yaşayabileceğinin kanıtı.

Amiah Miller Nova rolünde

Bu filmi kısa şekilde özetlememi isterseniz "ilkelliğe övgü" diyebilirim. Bunu açıklamak için Albay'ın filmdeki bir repliğinden yola çıkacağım. İnsanoğlu kibiriyle doğayı sömürdü ancak şimdi doğa intikamını alıyor. İnsan ırkı, kendisinden çok daha zeki ve güçlü maymunlar yarattı. İroni de burada zaten. İnsanoğlu kendi sonunu hazırladı. Tüm canlılardan üstün olmakla öyle kafayı sıyırmışız ki asıl önemli olanı unutmuşuz. Belki de önemli olanın birlik ve sevgi olduğunu hatırlamak için maymunların evrimleşmesini ve onlarla savaşırken kendi ırkımızı bitirmeyi beklememize gerek yoktur. Maymunlar, insanların da başta sahip oldukları şeylere sahipler. Birlik, beraberlik ve sevgi. "Maymunlar birlikte güçlü!" Kendi türümüz, "insan"a ait olan özelliklerini kaybedip "maymunlaşıyor" diye kendi kendimizi öldürmek yerine ilkel olanın güzelliğine odaklanmak çok daha mantıklı. Nova, konuşamıyor olabilir ancak ölen Luca için üzülüp diğer maymunlara yardım edebiliyor. Çok ince bir çizgi var maymun ve insan arasında. Önemli olan insan olmak değil de maymun olmaktır belki de!

Film açıkça maymunların tarafını tutuyor. Hatta izlerken siz de fark etmeden içten içe kendi türünüze karşı maymunların tarafını tutuyorsunuz. Sanırım bu da Hollywood'un büyüsü.

Filmde her şey dozunda. Hatta bazı esprili tarafları bile var. Yaşlı bir hayvanat bahçesi maymunuyla tanışıyoruz. Konuşmayı insanları dinleyerek öğrenmiş. İnsanlar ona hep "Bad ape!" (Yaramaz maymun) dediğinden isminin öyle olduğunu sanıyor. Oldukça komik bir karakter.

Yaramaz Maymun

Filmin tek kötü yanı -kötü değil de abartılı diyelim-, ilk iki filmi izlemeyenlere açıklamaların oldukça fazla olması. Ekonomik kaygılar sebebiyle sanıyorum, bu filme girenlerin önceki filmleri bilmelerine gerek olmasın diye atıflar yapılmış. Arada bir Caesar'ın rüyalarında Koba'yı da görüyoruz.

Filmin neredeyse tamamı CGI* olmasına rağmen, oldukça gerçekçi bir film. Güzel ve Çirkin'den daha düşük bütçesi olmasına rağmen görüntüler çok daha başarılı. Aşağıya birkaç örnek fotoğraf bırakıyorum.

*computer-generated imagery: bilgisayar üretimli imgeleme

Andy Serkis Caesar'ı canlandırırken

Karin Konoval Maurice rolünde
Yaramaz Maymun rolüyle Steve Zahn

Sonuç

Filmi oldukça beğendim. Hem bilimsel açıdan bana kattıklarıyla hem de sinematik yönüyle dört dörtlük bir film. Bilimkurgu severlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Hatta bilimkurgu sevmeseniz bile herhangi bir film gözüyle girebilirsiniz. Biraz uzun sayılır: 2 saat 20 dakika. İkinci filme göre bana kalırsa biraz sönük. Yine de izlemeye değer. 5 yıldız üzerinden 4 yıldız veriyorum. İyi seyirler!

06 Temmuz 2017

Yeni Örümcek Adamın Hikayesi 5 Ayrı Filmde Yazılacak!


Spider-Man: Homecoming yarın ülkemizde vizyona giriyor. Örümcek Adam: Eve Dönüş, örümcek adamın Marvel Sinematik Evrenindeki ilk solo macerası olacak. Film, ilk defa makul yaşta oyuncular tercih etmesiyle diğer Spider-Man filmlerinde ayrılıyor. Yani liseye giden Peter Parker'ı 20li yaşların sonundaki birisi değil de 1996 doğumlu Tom Holland canlandırıyor. Spidey, çoğu gencin yaşadığı sorunların üstesinden gelmeye çalışırken aynı zamanda süper kahramanlar dünyasına giriş yapıyor. Marvel Stüdyoları Başkanı Kevin Feige'in dediğine göre MCU'nun (Marvel Cinematic Universe) bu karakter için planları var: Peter Parker'ı sonsuza dek değiştirecek 5 film!

Kevin Feige, Spider-Man: Homecoming'in vizyona girmeden önce pek çok basın toplantısı yapıyor. Toronto Sun'la yaptığı konuşmada Spider-Man'in 5 filmde görünmesinin Peter'ın öyküsünü nasıl değiştireceğini anlattı:
"Beş filmlik bir öykü düşünüyoruz: Civil War, Homecoming, Avengers: Infinity War, henüz isimlendirilmemiş Avengers, Homecoming 2 (ya da onu nasıl isimlendirirsek). Bu Peter Parker için harika 5 öykülük bir yolculuk."
Yani bu ne demek? Spider-Man'in karakteri sil baştan 5 ayrı filmde yazılıyor. Aslında baya mantıklı.
Her şey, hepimizin çok iyi bildiği başlangıç hikayesiyle değil de Captain America: Civil War'da Tony Stark'ın Örümcek Adam'ı belirsizlikten çekip çıkarmasıyla başlıyor.
Homecoming'deki olaylar ve Thanos tehdidi, Parker'ı filmin pazarlamasında kullanılanılan umursamaz tavrından uzaklaştıracak gibi görünüyor. Peter keşfettiği süper güçlerini seviyor ve dünyada farklılık yaratmak hoşuna gidiyor. Ancak kahramanlık beraberinde büyük sorumluluk ve makul miktarda da kalp kırıklığı getiriyor. Önümüzdeki birkaç filmde pozisyonunun ağırlığının ve öneminin farkına varacak.
Kevin Feige'in yukardaki yorumu karakterin hayranları için heyecan verici ve umut arz ediyor. Çünkü bundan önceki 2 Örümcek Adam film serisi hayranları ikiye bölmüştü. Beğenenler olduğu kadar beğenmeyenler de vardı. (Spider-Man 3'teki dans sahnesi...) Marvel ve Sony bu sefer detaylara büyük önem veriyormuş gibi görünüyor. Peter Parker'ın ergen bir kanunsuzdan tam bir süper kahramana dönüşmesi belirli ve organize olacak. Bu da Spider-Man'in 4. evrede (2019-2028 arası filmlerde) MCU'nun baş karakterlerinden birisi olmasını sağlayabilir. Homecoming'in 2. filmi yeni evrenin açıklanan ilk ve tek filmi. Yani Spidey'nin önümüzdeki yıllarda yan karakterden baş karaktere dönüşeceğini söyleyebiliriz.
Kevin Feige şunlarını söyleyerek Spider-Man'in önemini vurguladı:
"Civil War'daki olaylar  Homecoming'in açılışı ve onun (örümcek adamın) ruh hali hakkında bilgi verdiğine ve o liseye döndüğüne göre; önümüzdeki iki Avengers filmindeki olaylar, o liseye devam ederken gerçekleşiyor olacak. 22 filmlik evre isimsiz Avengers filmi ile Mayıs 2019'da son bulacak. Ve bundan 2 ay sonra 5 Temmuz 2019'da Peter ve Örümcek Adam bize olayların akıbetini ve işlerin o noktadan sonra nasıl ilerlediğini gösterecek."
Örümcek Adam: Eve Dönüş 7 Temmuz'da (yarın) sinemalarda. Ardından muhtemelen 4 Mayıs 2018'de Avengers: Infinity War vizyona girecek. Hepinize iyi seyirler!

Fragman

Spider-Man'in hikayesinin 5 ayrı filmde yazılacak olması hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum.