Blog Logo
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2016

Arrival (Geliş) Ayrıntılı Film İncelemesi


Bu sezonun en iyi bilim kurgu filmi olarak nitelendirilen Arrival'ı (Geliş) izledim. Çok da sürpriz olmayacak ama filmi oldukça beğendim. Tabi ki beğenmediğim noktalar yok değil. Gelin, ayrıntılı bir Arrival incelemesi yapalım:

Arrival bir bilim-kurgu dram (sci-fi drama) filmi. Başrollerinde Amy Adams, Jeremy Renner, ve Forest Whitaker yer alıyor. Ted Chiang'ın "Story of Your Life" isimli, 2000 Nebula ve 1999 Sturgeon ödüllü kısa hikayesinden uyarlanan filmin senaryosu Eric Heisserer'a ait. Yönetmen koltuğunda Incendies (İçimdeki Yangın), Prisoners (Tutsak), Sicario ve Enemy (Düşman) gibi filmlerden tanıdığımız Denis Villeneuve oturuyor.

Arrival (Geliş), uzaylıların gelişini bugüne kadar kimsenin yapmadığı biçimde ele almış, olaya tamamen farklı bir perspektiften bakmış. Uzaylıların gelişini birçok kez izledik. Bazı filmlerde biz onların gezegenine gittik, bazılarında onlar dünyamıza geldiler. Bazen barış için gelmişlerdi bazen de dünyamızı işgal etmek istiyorlardı. Çoğu zaman İngilizceyi oldukça iyi biliyorlardı ve sadece Amerika'yı ziyaret ediyorlardı. İşte Arrival'ı farklı kılan bu. Bu sefer bir Hollywood klasiği olarak uzaylılar sadece Amerika'yı ziyaret etmiyorlar, dünyamızın 12 farklı köşesine tanımlanamayan cisimler bırakıyorlar. Filmi diğer filmlerden ayıran bir diğer nokta da uzaylılar geldiğinde onlarla nasıl iletişim kuracağımız sorusunu yanıtlaması. Aynı zamanda filmde uzaylılar geldiği zaman psikolojik açıdan tepkilerimizin ne olacağı, bu yeni canlılar hakkında neler düşüneceğimiz de ele alınmış.

(Fazla ayrıntıya girmeden film hakkındaki görüşümü öğrenmek istiyorsanız. Doğruca değerlendirme bölümünü okuyabilirsiniz.)

Özet 

Arrival hakkında ne kadar az bilirseniz o kadar iyi, ancak yine de gidip gitmemeye karar vermeniz için şöyle kaba taslak bir özet geçeyim. (Az da olsa spoiler içeriyor. Bu konuda takıntılıysanız okumamanızı öneririm.)

12 uzay gemisi, beklenmedik bir şekilde atmosferimize girip farklı noktalara iniş yapmış. (aslında havada duruyorlar desek daha doğru) Dünyadaki askeri güçler panik halinde. Ancak içlerinden biri öfkeyle davranmandan önce gemilere yakın yerlerde temas ve iletişim noktaları kurmuşlar. Amerikan hükümeti iki uzman getiriyor: az bilinen dillerin çevirilerinde uzmanlaşmış bir dilbilimci olan Dr. Louise Banks (Amy Adams) ve iletişim meselelerini normal insanların sayısal denklemleri çözdüğü biçimde tahlil eden* bir matematikçi olan Ian Donnelly (Jeremy Renner).

12 gemiden biri Amerika'nın Montana eyaletine iniş yapmış. İkili apar topar uzay gemisinin yanına kurulan ana kampa getiriliyor. Her 18 saatte bir uzay gemisinin kapısı açılıyor ve bir keşif ekibinin içeri girmesine izin veriliyor. Louise ve Ian, uzaylılarla aramızda bulunan iletişim engellerini yıkmakla görevlendirilmiş. İki uzaylı temsilcisi de insanlarla her gün buluşmakla görevli. (Ian onlara Abbott ve Costello isimlerini veriyor.) Bu noktadan itibaren Arrival, askeri kuvvetler dünya dışı misafirlerimize nükleer silahlarla saldırmadan önce, uzaylılar ve insanlar arasında paylaşılan ortak, düzgün bir dil kurmak için gergin, endişeli, canlandırıcı ve ödüllendirici bir yarış haline geliyor. 

 *deconstruct: bir metnin veya dilbilimsel ya da kavramsal bir sistemin 'deconstruction' teorisine göre tahlilini yapmak. 

Fragman

Filmin Bilimsel Yönü Üzerine Düşünceler

Aslında filmin oldukça bilimsel bir altyapısı var. Filmin asıl sorduğu soru şu: başka bir dilde düşünmek, beynimizi resetleyip düşünce yapımızı değiştirir mi? Buna dilsel görecelik teorisi deniyor. Başka bir ismiyle Sapir-Whorf hipotezi. Bir dilin yapısının, o dili konuşanların kavramasını ve dünya görüşünü etkileyeceğini öne süren bir dilbilim ve kavram bilimi paradigması. Eskiden dilin, düşünceleri ve dil kategorilerinin sınırlarını belirlediği ve bilişsel kategorileri kararlaştırdığını söyleyen daha güçlü bir versiyonu vardı. Daha çok kabul edilen daha zayıf versiyonu ise dilbilimsel kategorilerin ve bunların kullanımının, düşüncelere ve kararlara sadece etki ettiğini savunur. 

Sapir-Whorf hipotezi

Sapir-Whorf Hipotezi'nin dilbilimindeki temel anlamı, insan düşüncesinin yerel dillerden çok yoğun bir şekilde etkilendiğini göstermektir. Bir insanın kendi dilinde belirli bir düşünce yapısı oluşmuştur ve bu insan başka bir insanın dilini hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamaz. Bu tartışmalara yol açan tez, Whorf tarafından oluşturulmuş, diğer bir dilbilimci Sapir tarafından ortaya konmuş ve ikisinin tezi olarak sunulmuştur. Whorf, aynı zamanda bir kimyacıydı ve bu dilsel bilgilerini didaktik söylem tarzıyla da birleştirdi.

Bu tez, 1950’lerde tanındı ve Whorf’un makaleleriyle ‘postum’ temasıyla basıldı. Devamında da Bernstein-Hypothese adını aldı.

Bu hipotezin temelini dilsel izafiyet kuramı oluşturur; yani dillerde sıklıkla oluşan yakın kavramlar arasındaki anlam farklılıkları, sadece o diller için geçerlidir.

Whorf, bu tezi bir adım daha güçlendirdi ve bir insanın dünya görüşünün, o insanın konuştuğu kelimeleri ve gramerini de etkilediğini söyledi. Whorf bu görüşünü "dilsel izafiyet kuramı" olarak adlandırdı. Bu tez, bugüne kadar birçok kez denenmesine rağmen hala ispat edilememiştir.

Dilsel Görecelik (Linguistic relativity)

Edward Sapir ve Benjamin Whorf dilsel görecelik ilkesini savunur: Düşüncelerin dil ile ilişkili olduğunu ve dilleri, çok farklı dil bilgileriyle kullanan insanların bu dilbilgileriyle farklı gözlemler yaptıklarını, bu nedenle dil ve düşünce yapılarının göreceli olduğunu savunurlar. Bunların da Hint ve Eskimo dillerinin görgül çalışmalarıyla belgelenebileceğine inanırlar. Donald Davidson ise bu görüşe karşı, temel olarak farklı kavram şekilleri bizim için tamamen anlaşılmaz olduğu için birbiriyle iletişim halinde olan bütün insanların kendilerine ait bir kavram dünyasına sahip olduklarını savunur.


--spoiler---

Arrival'da uzaylıların konuştuğu dil, bizimkinden oldukça farklı. Dilleri seslerden çok kavramları ifade ediyor. Doğrusal bir yazım biçimleri yok. Başlangıç ve sonu yok. Lineer biçimde ilerleyen bitr görsel dilleri, alfabeleri olmadığından da düşünüş biçimleri bizimkinden farklı. Filmdeki bu bilgi yukarıda açıklanan Sapir-Whorf hipotezine dayandırılmış. Aynı anda pek çok şey düşünüp iki saniyeden kısa bir biçimde bunu tek bir görselle anlatabiliyorlar. Tek bir sembol içinde upuzun bir cümleyi, düşünüşü barındırıyor. Bu da zaman kavramlarının olmadığını gösteriyor. Zamana bağlı olarak düşünmedikleri için de dilleri doğrusal (lineer) değil. Cümlelerinin başlangıç ve sonu yok. Aynı anda iki elle birden yazmaya başladığınızı düşünün, kelimelerinizin nerede biteceğini hesaplamanız gerekir. Ancak uzaylılar doğrusal olarak yazmadıklarından böyle bir sorunları da yok. Bu da demek oluyor ki bu dili tam olarak öğrenen ve bu dilde düşünebilen birisi zaman kavramından da kurtulmuş oluyor. İşte tam da bu şekilde Louise geleceği görebilme yeteneği elde edebiliyor.

Filmin sorduğu diğer bir soru da "hayatınızın nasıl olacağını bilseydiniz yine de hiçbir şeyi değiştirmeden yaşamaya devam eder miydiniz?" Dili öğrendikten sonra geleceğenin nasıl olacağını bilen Louise, zaman kavramı olmadan yaşamaya başlıyor. Zaten olayları da gelecekte olanlardan öğrenerek çözebiliyor. Karışık geldiğini biliyorum. Filme gittiğiniz zaman anlayacaksınız.

Benim film hakkında sevmediğim noktaya gelelim. Uzaylıları sevmedim. Daha doğrusu uzaylıların şeklini beğenmedim. Bu aslında kesinlikle kişisel bir şey. Doğrusu ya da yanlışı yok. Uzaylılarla henüz tanışmadığımızdan nası bir yaşam formunda olduklarını bilmiyoruz. Bugüne kadar bilimkurgu filmlerinde onları onlarca farklı şekilde gördük. Tuhaf, farklı yaratıklardan, Interstellar'daki maddesel gerçekliği olmayan formlara kadar... Yani bu kesinlikle bizim hayal güçlerimizin sınırlarını zorladığımız bir konu. Zaten maalesef, bu konudaki bilgimiz de hayal gücümüz kadar. Doğal olarak filmdeki yedi kollu ahtapot ya da daha doğrusu mürekkep balığına benzeyen bu yaşam formlarının gerçekten uzaylılara benzeyip benzemediğini bilemeyiz. Bu arada ben var olup olmadıklarını tartışmayı geçtim nasıl göründüklerine taktım. Açıkçası bana tüm bu evrende bizden başka yaşam formu olmaması fikri saçma geliyor. Tabi bunu da bilemiyoruz. Belki de bir gün uzaylılar geldiği zaman tüm bu bilim kurgu filmlerinden hangilerinin doğru tahmin edip, hangilerinin yanıldığına dair bir yazı yazarız, ne dersiniz? Her neyse uzatmayayım. Şahsen benim hayal gücüme göre biraz basit kaldılar. Dediğim gibi sadece kişisel bir yorum. Sanırım Interstellar'ı izledikten sonra maddesel formlar ikna etmemeye başladı ya da tüm bu bilimkurgu filmlerindeki özgün formlardan sonra dünyamızda varolan bir türün bir kol eksik hali tatmin etmedi.

--spoiler--

Değerlendirme

Bir yabancı sitede film için "beyni olan bir Independence Day" yorumu yapılmış. Neden diye sorarsanız, film aslında ayrıntıya girmeden bakıldığında 1996 yapımı Independence Day'e benziyor. İkisi de uzaylı ırkı tarafından ilk teması konu alıyor. (tabi tamamen farklı biçimlerde) Birinde Will Smith uzaylının suratını yumruklayıp "Dünyaya hoşgeldin" diye bağırırken, diğerinde dünyadaki ordular olası bir savaşa hazırlanırken Amy Adams cümleleri diyagram haline getirip "silah" kelimesinin gerçek anlamını arıyor. Neredeyse aynı film yahu!



Eskiden bu yana bilimkurgunun en iyi örnekleri gibi, Arrival da şu an küresel politik çevremizde neler olduğu ve bu filmin mesajlarını almazsak neler olacağı konusunda çok şey söylüyor.

Villeneuve, Prisoners ve Sicario gibi akıllıca yazılmış ağır dramaları sunarak karmaşık ve iddialı bir hikaye anlatıcısı olduğunu kanıtladı.

Bu filmde de gergin ve eli her an silahının tetiğinde olan dünyamızda, hareket etmeden önce niyeti anlamak için nadiren zaman ayırdığımız anlatılmış. Sadece ulusal düzeyde değil, ayrıca kişisel ilişkilerimizde de. Eğer taraflar yeterince durup problemi tartışsa, özellikle bu problem iletişim eksikliğinden kaynaklanıyorsa, kaç tane büyük ve küçük çaplı anlaşmazlığın önlenebileceğini düşünün.

Derin mesajlar bir yana, Arrival uzun zamandır sinemalarda gördüğümüz en iyi tempolu, ustaca çekilmiş ve hem tüyleri diken diken edip hem de hayranlık uyandıran nadir bilimkurgu dram filmlerinden. Modern izleyiciler büyük ekranda yüksek sesli, aksiyonlu, durmak bilmeyen gösterilere alışmışken, Arrival duyor ve dünyadışı bir ırkın olası gelişiyle insanların gerçek tepkilerinin nasıl olacağına odaklanıyor. Villeneueve, gemiye ilk girdiklerinde Adams ve Renner'a odaklanıyor. Daha neye baktıklarını zar zor idrak edebilmişlerken ona dokunuyorlar. Milyonlarca ışık yılı öteden gelen bir uzay gemisine dokunabilmek ne kadar ilginç olurdu! Arrival bunu ele alıyor ve nabzınızı yükseltecek, tüylerinizi diken diken edecek kadar güzel.

Arrival, Adams, Renner ve Whitaker'ın inanılmaz performanslarıyla, size uzaylılarla ilk temasın insanlık üzerindeki psikolojik etkisini tattırmayı vaat ediyor. Nasıl karşılık vereceğimizi soruyor ve ardından beğenmeyebileceğimiz cevaplar veriyor. Ben çok beğendim. Filme 5 yıldız veriyorum. Sizin de çok beğeneceğinize eminim. Arrival (Geliş) sinemalarda. Hepinize iyi seyirler!



24 Nisan 2016

İYİ BİR DİNOZOR FİLM İNCELEMESİ


Son zamanlarda çok fazla güncel film eleştirileri ya da film incelemeleri yazamıyorum. Bu aralar daha çok sinemada izlemeye fırsat bulamadığım ve merak ettiğim filmleri izlemeye çalışıyorum. İyi Bir Dinozor da bunlardan bir tanesi. Benim animasyonlara bayıldığımı artık çoğunuz biliyorsunuz. (İlk defa duydum diyorsanız sizi şöyle alalım.) Ancak filmin IMDb puanı 6.8 olduğundan, nasıl olsa çok iyi değil diyerek izlemiyordum. IMDb çoğu zaman haklı çıksa da bazı filmlerde bocalayabiliyor. Disney ve Pixar yine geleneğini bozmamış; çocuklara ve tabi ki hep çocuk kalan bizlere harika bir animasyon armağan etmiş.

Film, "Eğer 65 milyon yıl önce, dinozorların neslinin tükenmesine sebep olan göktaşı dünyaya çarpmasaydı ve insanlar ve dinozorlar aynı anda yaşasaydı neler olurdu?" sorusuna yanıt vermeye çalışmış. 

Filmin Bilimsel Yönü Üzerine Düşünceler
Disney'in filmlerindeki bilimsel altyapı beni her zaman etkilemiştir. Ancak bu film biraz hazırlıksız yakalanmış gibi. Dinozorlardan evrimleştiğini bildiğimiz türler filmde yer alıyor. Bunun yanında bazı sürüngenler de bugünkünden farklı şekilde evrimleşmiş. Örneğin filmde dinozorlardan geldiğini bildiğimiz kuşlar varken, yılanların elleri henüz görünmeyecek derecede küçülmemiş. 

Dinozorlar yerleşik hayata geçmiş, tarım yapıyorlar. İnsanlar ise henüz ilkel. İnsan ırkının böylesine gelişip, tüm o vahşi canlıları alt eden ırk olmasında omurgasının dik oluşu ve el ve ayaklarının oluşunun rol oynadığını biliyoruz. Dinozor gibi bir canlının tarım yapacak düzeye erişmesi için en azından doğrulması gerektiği kanaatindeyim. Sadece ağzını kullanarak onca aleti yapıp kullanması mantıksızdı. Bana saçma gelen diğer bir ayrıntı da insan ırkının çok az üyesinin olması. Filmdeki tatlı baş belası Spot ve ailesi dışında hiç insan görmüyoruz. Ayrıca Spot ve ailesi bir kurt veya köpek gibi davranıyor. Uluyorlar, henüz bir dil kullanmaya bile başlamamışlar. Spot özellikle Arlo'nun köpeği gibi gösterilmiş. İnsan ve köpek dostluğunun yansıması galiba anlam veremedim. İnsanın bir köpek gibi davranması, belki de filmi tek başına kötü gösteren bir ayrıntı. Bilimsel açıdan mantıklı bir bağlantı da göremedim.

Başkahramanımız Arlo, Apatosaurus türü bir dinozor. Filmden sonra yaptığım araştırmada gördüğüm kadarıyla otçul bir tür. Apatosauruslar Kuzey Amerika'nın batı kesiminde yaşamışlar. 

Plot (Spoiler Alarmı!!)
Arlo, ailenin en korkak üyesi. Kız kardeşi ve erkek kardeşi Arlo'ya göre çok daha becerikli. Arlo hem diğerlerine göre küçük hem de korkak. Babası harmanlarını "korkunç bir kemirgen"den korumak için bir yapı inşa ediyor ve aile üyelerinden her biri kayda değer bir şey başardığında çamura ayağını batırıp izini o yapıya bırakıyor. Aile üyelerinin hepsi teker teker izlerini bırakırken geriye bir tek Arlo kalıyor. Korkaklığı ve sakarlığı sebebiyle kendisine verilen hiçbir işi tam olarak yapamıyor.

Arlo'nun babası onun da bir iz bırakabilmesi için ona bir görev veriyor. Görev, harmanlarını çalan kemirgeni bulup öldürmek. Babasıyla birlikte kurdukları tuzağa yakalanan canlı, sandıkları gibi bir kemirgen değil, bir insan. Hatta küçük bir erkek çocuğu. Ancak bu yeni canlı, Arlo'ya oldukça yabancı ve korkutucu geliyor. Öldürmeye de kıyamayıp serbest bırakıyor. Bunu öğrenip sinirlenen babası Arlo'yu bir sinirle yakasından tutup "kemirgen"i öldürmeye götürüyor. Evden oldukça uzaklaştıktan sonra bir fırtına kopuyor ve nehir suları babasını alıp götürüyor. Babasını kaybeden Arlo, eve tek başına geri dönüyor.

Yıllar babası olmadan geçiyor ve Arlo küçük kemirgenle yeniden karşılaşıyor. Ancak yakalamaya çalışırken evini kaybediyor ve bu tanımadığı yeni türle aralarında bir dostluk başlıyor. Küçük çocuğa Spot ismini veriyor. Spot annesini ve babasını kaybetmiş. Arlo'nun da babasını fırtınada kaybetmesi sebebiyle aralarında bir bağ kuruluyor.

Yolda pek çok yırtıcıyla karşılaşan ikili, tehlikelerin üstesinden birlikte gelmeyi başarıyor. Hatta Arlo ve Spot, yolda karşılaştıkları bir T-Rex ailesine avlanmada bile yardım ediyor. (Baba T-Rex'in tavırları oldukça Nemo'daki akvaryumdaki büyük siyah balığı hatırlattı.)

Eve dönüş yolunda Spot ailesini buluyor. Arlo da evine dönüyor.

Film Üzerine Düşünceler
Filmi iyi bir film yapan, korku ve cesaret hakkında bize öğrettikleriydi. Tüm o aksiyon sahneleri, tam iyi sona ulaştık derken hiç bitmeyen felaketler zinciri bir yana filmin mesajları oldukça güzel. Genellikle animasyon filmleri zaten bu yönleriyle öne çıkıyor. Yazının yukarılarında da bahsettiğim gibi filmde mantık hataları biraz fazla olsa da oldukça etkileyici bir film. Arlo'nun babasının bir sözünü özellikle sizlerle paylaşmak istiyorum. Hani babasının Arlo'yu ateşböcekleriyle tanıştırdığı bir sahne vardı. Orda "Güzelliğini görmek için korkunun üstesinden gelmelisin" diyordu. Çoğu zaman korkularımız yüzünden güzelliğini de göremiyoruz çoğu şeyin. Bilinmez olan, hep korkutucu olmak zorunda değil. Sokrates'in savunmasında dediği gibi "Kötü olduğundan kesinlikle emin olduğum bir şeyden korkarım ancak ne olduğunu bilmediğim bir şey beni korkutmaz." Diğer bir hoşuma giden söz de T-Rex'lerin babası Butch'dan geldi. "Korkmuyorsan yaşamıyorsun demektir." O koca, güçlü adam bile bir şeylerden korkuyor. Hepimiz korkuyoruz. Hayatta kalmanın başka bir yolu var mı?

Arlo'nun babasıyla ilgili sahnelerde gözyaşlarımı tutamadım. Özellikle Spot ve Arlo'nun ağaç dallarından ailelerini yapıp, kaybettikleri aile üyelerini parmaklarıyla ittirip düşürdükleri sahnede hüngür güngür ağladım, yalan yok. Tabi ki iyi bir animasyon filminin olmazsa olmazı gözyaşları!

Sonuç olarak film kesinlikle güzel bir filmdi. Tamam, mükemmel değil ama rahat 8'lik! Saçma blockbuster filmlere 9'larda puan verilirken buna 6.8 yakışmadı :(

Siz de filmi izlediyseniz düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz. Ayrıca güncel olmayan filmler üzerine yaptığım incelemeleri faydalı buluyor musunuz? Yorumlarınızı bekliyorum. Hepinize bol filmli günler!