Blog Logo

12 Ocak 2025

Kurumsal Bir Cehennem: Severance (1. Sezon İnceleme)

 


Geçtiğimiz günlerde izlediğim bir dizi beni çok etkiledi. Bu dizi Apple TV+'ın Severance dizisi. Dizinin başrollerinde Adam Scott, Zach Cherry ve Britt Lower bulunuyor. Dizinin yaratıcısı Dan Erickson. Yönetmenlerinden biri ise, tanıdık bir isim, eski oyuncu Ben Stiller

İlk sezonu 2022'de yayımlanan dizinin ikinci sezonu 17 Ocak 2025'te yayımlanacak. İkinci sezon tarihi bu kadar yakınken, gelin, ilk sezon üzerine konuşalım. Yazı, dizi keyfinizi kaçıracak bilgiler (spoiler) barındırıyor. Henüz izlemediyseniz, ilk sezonu bitirdikten sonra okumanızı tavsiye ederim.



Konu

Lumon isimli şirket çalışanları "severance" ("ayırma") isimli tıbbi bir prosedür geçirerek iş ve özel hayat anılarını birbirinden tamamen ayırıyor. Departman lideri Mark böyle bir yaşam sürerken, mesai saatleri dışında bir iş arkadaşının onu ziyaret etmesi ile işler değişiyor. 

İş - Yaşam Dengesi


İş-yaşam dengesi, COVID ile hayatımıza giren, çoğu insanın dilinde olan, LinkedIn fenomenlerinin hakkında sayısız içerik oluşturduğu bir kavram. Düşünsenize, işi işte bıraktığınız, mesai saatleri dışında epostalarınızı kontrol etmeden sevdiklerinizle huzurlu bir hayat geçirdiğiniz, belki bu vakti hobilere ayırdığınız bir yaşam. Ardından Pazartesi geldiğinde, yeniden ofise, işlerinize dönüyorsunuz. Mesela, ofisteki bu kişiliğinize "Innie" (İçerideki) desek. Cuma akşamı mesai saatleri bitince başlayan hayatınızı yaşayan kişiliğinize de "Outie" (Dışarıdaki). Buraya kadar tedirgin edici bir durum yok. Aksine, "Ne güzel! İş hayatı ayrı, yaşam ayrı" diye düşünebilirsiniz. Ancak, Severance evreninde Innie ve Outie kişilikleri birbirinden kesin şekilde ayrılmış. 

Lumon isimli şirket, çalışanlarının beynine bir çip yerleştirerek hatıralarını ikiye bölüyor. Bu kişiler mesai saatleri dışında ofis yaşamlarına dair hiçbir şey hatırlamıyorlar. Tersi de geçerli. Yani, ofisteki kişiliğiniz (Innie) sizin iş dışındaki hayatınız hakkında hiçbir şey bilmiyor. Evli misiniz, çocuğunuz var mı, hangi partiye oy verirsiniz, nasıl bir eviniz var, haftasonlarınız nasıl geçiyor... Innie'niz Outie'niz hakkında hiçbir şey bilmiyor. Outiniz de Innie'niz hakkında...

Outie - Innie: Aynı Kişi Mi?


Aslında iş hayatında özel hayatımız hakkında bilgi vermemek, aileden, siyasi görüşlerden bahsetmemek, haftasonun nasıl geçti sorusuna jenerik bir yanıt vermek bize tavsiye edilen bir şey. Ama gerçekten ofis kişiliğiniz özel hayatınızdaki kişiliğinizden bu kadar kesin çizgilerle ayrılabilir mi? Severance aslında sembolik olarak bunu sorguluyor.

Karakterlerden Helly R.'ın ofisteki personası, ofisten nefret edip defalarca istifa etmeye çalışsa da - hatta hiçbir çabası sonuç vermeyince intihar etmeye kalkışsa da - işten bir türlü ayrılamıyor.

Innie'lerin istifa talepleri outie'lere gönderiliyor. Innie'ler ancak outie'leri izin verirse işten ayrılabiliyorlar. Innie Helly R.'ın outie'si onun bir insan olmadığını söylüyor. Yine başka bir sahnede, Petey'in reintegration (yeniden entegrasyon) prosedürünü gerçekleştiren doktor, Mark'ın outie'sine innie'si hakkında "Onu dünyaya getirirken ondan izin almadın." diyor.

İstifa eden ya da emekli olabilen innie'ler için ise bu durum bir çeşit ölüm anlamına geliyor. Bu kişilerin ofis personası sonsuza kadar yok oluyor. Kapitalist toplumda, hayatı tamamen işinden oluşan bir işkolik için de emekli olmak, artık hayatı anlamlı kılan bir şey kalmadığı anlamına gelebilir. Aslında Severance'ın dünyası o kadar da gerçekten uzak olmayabilir. 

Yine sembolik olarak, Severance, iş personalarımızın ne kadar insan kaldığını sorguluyor olabilir mi?Kapitalizmin yarattığı kurumsal/beyaz yakalı işçi ile özel hayatında çocukları ile vakit geçiren bir baba aynı kişi mi? İş dışında punk müzik aşığı biri ofiste takım elbiseli uysal bir çalışansa, mesela, bu iki kişiye aynı kişi diyebilir miyiz? Yeri gelmişken yine bu konuyu irdeleyen bir Türk dizisi tavsiye edeyim: Uysallar.

Hiçbir özel hayatı, iş dışında bir yaşamı olmayan bir şirket çalışanı o şirketin lehine midir?

Ofiste patronunuzun komik olmayan şakalarına gülerken, sıkıcı iş arkadaşınızın haftasonun nası geçtiğine dair olan öyküsünü dinlerken aslında hepimiz olduğumuzdan farklı davranıyoruz. Yine de iş harici yaptığımız aktiviteler, enerjimizi, motivasyonumuzu arttırıyor olabilir. Belki ev almak için para biriktirmek, aile sorumlulukları ya da sosyal yaşamda prestijli görünme isteği gibi mesai harici yaşamımızla ilgili hayallerimiz kendini iş hayatında yükselme motivasyonu olarak kendini gösterebilir.

Severance'ın iş ve yaşamı birbirinden kesin çizgilerle ayırdığı bu dünyada iş dışında hiçbir fikri, anısı olmayan bir çalışan şirkete gerçekten ne kadar fayda sağlayabilir?

Son olarak, sevdiğim bir detay da günlük hayatında kayınbiraderini küçümseyen, yazdığı kitapları okumayan Mark'ın iş personasının kayınbiraderinin yazdığı kitabı ofiste bulunca ona adeta bir tanrı gibi tapmaya başlaması oldu. Aslında innie Mark'ın hayatı öyle basit ki kayınbiraderinin orijinal olmayan fikirleri bile onun dünyasını biraz olsun renklendirmeye ve merakını pekiştirmeye yetiyor.

Kurumsallık doğal olmayabilir mi?


Yeni bir işe başladığınızda, çevrimiçi toplantılarla şirketin diğer çalışanlarına tanıştırıldığınızda sizden kendinizi kısaca tanıtmanız ve kendiniz hakkında eğlenceli bir şey (fun fact) söylemeniz istenir.  Severance evreninde iş dışında bir hayatı olmayan innie'lere bu sorulduğunda, doğal olarak, söyleyecek bir şey bulmaları inanılmaz zor oluyor. Aslında bu işkolik iş arkadaşları için de geçerli. Genelde iş harici aktiviteleri olmayan iş arkadaşlarının fun fact'i hiç de eğlenceli olmuyor.

Özel günlerde ya da departmanın bütçesi elverdiğinde zaman zaman yapılan takım kurma aktiviteleri de aslında dışardan bakıldığında distopik görünebilir. Tek sohbetleri ofis kahve makinesi sırası beklerken edilen havadan sudan muhabbet olan yetişkin insanların birlikte top oynaması oldukça komik aslında. Severance bunu biraz da abartarak ve steril ofis ortamında, ofis harici hiçbir anısı olmayan innielere yaptırdığında biraz olsun dışardan bakabiliyoruz belki de.

Zach Cherry'nin canlandırdığı Dylan G. sürekli çalışarak departman için konulan kotaya ulaşmaya çalışıyor. Onun en büyük motivasyonu ise "perks" (ofis ayrıcalıkları). Lumon'un sunduğu ofis ayrıcalıklarından ilk sezonda gördüklerimiz ise bir parmak tuzağı oyuncağı, dans partisi, yumurta barı, ışıklı bir biblo ya da waffle partisi idi. Bu da zaman zaman yapılan "office drinks" etkinliğini hatırlattı bana.

Dizinin ana karakterleri "Macro Data Refinement" (Makro Veri İyileştirme) departmanında çalışıyorlar. Onları eski model bir masaüstünde anlamsız sayı dizilerini incelerken görüyoruz. Şirket gizlilik amacıyla birtakım veriyi sayı olarak kodlamış ve ana karakterlerimiz de bu sayıların ne anlama geldiğini bilmeden, sayı dizilerini inceleyip "korkunç" görünen sayı dizilerini siliyorlar. Bu süreçte hangi tip verilerden kurtulduklarını ne karakterler ne de seyirci biliyor. Bu durum da ne iş yaptığını tam bilmeyen ya da açıklayamayan kişileri hatırlattı bana. Mesela Chandler Bing'in ne iş yaptığı Friends'te sık sık yapılan bir şaka. Dev bir şirkette çalışan ve koskoca bir makinenin küçük bir dişlisinden sorumlu olan biri ne iş yaptığını, büyük resmi göremediğinden, anlayamıyor olabilir.

Sonuç



Aslında Severance'ın beni bu kadar etkilemesinin sebebi o sembolik anlatımında kurumsal ofis yaşamından pek çok tanıdık şey bulmuş olmam. İzlediğim bir röportajda dizinin yaratıcısı Dan Erickson, senaryo fikrini çalıştığı geçici işlerin öğle arasında bulduğunu söylüyor. O işlerde çalışırken keşke bu sekiz saat hızlıca geçse diye düşünürmüş ve Severance fikrini de böyle bulmuş. 

Sezon finalinde ana karakterlerin outie yaşamına bir göz atmış olduk. Özellikle Helly R.'ın outie hikayesi beni gerçekten şaşırttı. Onun ofisten mutlu fotoğrafları ile ofis hayatının gerçekliği arasındaki tezat tüylerimi diken diken etti. 

Birinci sezonda tohumları ekilen pek çok gizem var. Mesela keçilerin olduğu odanın anlamı neydi, Gemma ve Ms. Casey arasındaki bağlantı ne, Ms Cobel/Ms Selvig aslında kim... İkinci sezonu sabırsızlıkla bekliyorum! 

24 Eylül 2024

Industry: 3. Sezon 7. Bölüm "Useful Idiot" İncelemesi (Spoiler İçerir)


4,5 yıl sonra bana yazı yazdıran bir diziden, Industry'den bahsedeceğim sizlere bugün. Aslında ilk sezonu beni çok etkilemese de ilerledikçe, başarılı senaryosu, oyunculukları ve çekimi ile ağzımı açıkta bırakan bir dizi oldu. Aslında üçüncü sezon 8. bölümde final yapacak ancak 7. bölüm o kadar başarılıydı ki bu yazıyı tamamen ona ayırmaya karar verdim. Yazı tamamen spoiler ile dolu olacak, şimdiden uyarayım. 

Industry, ilk sezonunda, Pierpoint isimli bankanın Londra'daki şubesinde yatırım bankacısı olarak çalışan yeni mezunların yaşadıklarını anlatarak başlıyor. Yatırım bankacılığı endüstrisindeki yoğun iş temposunu, iş ve yaşam dengesinin olmayışını, yüksek risk iştahı ve onun getirdiği kazançları ya da bazen kayıpları, henüz ahlaki pusulaları bozulmamış genç mezunların gözünden izliyoruz. Tabi ki her karakter temsil ettiği sosyal sınıfın getirdiği özelliklere ve çeşitli ahlaki bozulmalara sahip. Bir yandan da bu köklü bankadaki kıdemli çalışanların başına gelenleri izliyoruz. 

Aslında her sezonda büyük bir skandal oluyor, ölüm gibi. Ancak bu endüstride günlük hayatta yaşananlar o denli olaylı ki büyük skandal aslında diğerlerinin arasında silinip gidiyor. Sezonlar ilerledikçe karakterler ve ahlaki sınavları da büyüyor. Dizi aslında yatırım bankacılığının ya da trading endüstrisinin büyük risk alıp büyük kazanma hissini oldukça iyi veriyor. Diziyi izlerken karakterlerin büyük bir kumar oynadığını hissederek izliyorsunuz. Kaybetme korkusu, kaybedince hissedilen yüksekten düşme hissi ama aynı zamanda kazanmanın verdiği, geçmişte olan başarısızlıkları bir anda unutturan o büyük haz... 

Üçüncü sezon 7. bölümde Pierpoint'in 150. yıl dönümünde yaşananları izliyoruz. Kutlamalar, Pierpoint'in ESG (Çevresel, sosyal ve kurumsal yönetişim) şirketlerinin hisselerini olduğundan daha değerli göstermesi ve sonunda sahip olduğu hisselerin değer kaybetmesi ile iflasın eşiğinde olmasının gölgesinde geçiyor. Aslında Pierpoint'in 150. yılı kutlama gecesi "Tamam veya Devam" gecesi oluyor. 

Bölümün başkarakterleri Eric Tao (Ken Leung) ve Bill Adler (Trevor White). Yine, büyük bir ihanete tanık olduk Industry'de. Eric, sadece kendisinin bildiği bir sır olan Bill'in beyin tümörünü komitenin önünde açık ederek, Bill'i tamamen hikayeden sildi ve Pierpoint'in kurtuluşunda başrolü oynadı. Bölümün ismi "Useful Idiot" yani "Yararlı Aptal". Wilhelmina (Georgina Rich), Eric'i Bill'i frenlemede yararlı olacak bir aptal olarak değerlendirirken, en sonunda o "aptal" gerçekten yararlı olup Pierpoint'i kurtarıyor. 

Industry'de beni en çok etkileyen şey, her bölümün bir, hatta bazen birden fazla ahlaki ikilemi konu alması. 

Aslında beyin tümörü olan birinin Pierpoint kadar büyük bir bankada yönetici pozisyonunda olması yanlış. Ancak sırf beyin tümörü var diye bankanın umarsızca aldığı kararların günah keçisi olması da yanlış. Üstelik bu sırrın en güvendiği kişi tarafından bir oyunla ortaya çıkarılması da ayrı bir mesele.

Yine bu sezonun ana teması olan ESG de bir ikilem. Aslında gezegenimize karşı en büyük tehdit olan küresel ısınmaya karşı önlem almak, bu alanda çalışan şirketleri desteklemek güzel bir girişim. Peki ya bu şirketler sadece umut tacirliği yapıyorsa?

Yasmin'in (Marisa Abela) hikayesi de pek çok yönden büyük bir ahlaki sınav. Yıllarca babası tarafından objeleştirilmiş (hatta cinsel tacize uğramış bile denebilir) bir kadının, bulundukları yattan kendi isteğiyle suya atlayan ve ardından pişman olup yardım isteyen babasını kurtarmaması, kurtarmak için hiçbir çaba göstermemesi durumunda, kime hak vermeli? 

Yine Yasmin'in hikayesinin bir parçası olarak: babasının zimmete para geçirme suçunu üstlenmesini bekleyen şirketin aslında durumun farkında olduğunu gösteren kayıtları paylaşmalı mı? Bu kayıtlar mağdur olan pek çok kadını kamuoyunun gözüne sokacak ve aslında para ile sustukları için kötü gösterecekse bile... 

Bu bölüm beni oldukça etkileyen repliklere sahipti. Özellikle Pierpoint can çekişirken bir toplantı odasına doluşan ve Pierpoint yöneticilerinden oluşan komite üyeleri arasında geçen diyaloglar endüstrinin acımasızlığını ve iki yüzlülüğünü göstermede ve ahlaki problemlerini ortaya çıkarmada çok başarılıydı. Birkaç tanesini izlerken not ettim: 

Mesela Eric, bölümün başlarında Bill'e ithafen "Tapınağımıza bir silah doğrultuldu diye onların ruhumuzu satmasına izin vermeyelim." diyor ancak dizinin sonunda Pierpoint'in öve öve bitiremediği 150 yıllık tarihini, ruhunu hiç ederek, "Körfez"den gelen yatırım ile bankayı kurtarıyor.

2008 krizi hakkında konuşulurken "Manevi zarar hiçbir şey. Kimse umursamayacak." deniliyor. Yine Pierpoint'in Barclays tarafından devralınması söz konusu olunca, Bill, sırf devralmayı engellemek için, 45.000 çalışana ne olacağını soruyor. Halbuki, kimse işten çıkarılacak çalışanları ya da bu hisse değerlemesi sebebiyle mağdur olan, sözde "sürdürebilir enerji"ye geçip soğukta kalanları önemsemiyor.

ESG açılımının en büyük savunucusu olan Wilhelmina, komite arasında geçen konuşmalarda "Realpolitik* vakti gelmiş olabilir." dediğinde Bill, haklı olarak, "Madam ESG mi bunu söylüyor? Sanırım ahlaki değerler acil durumda gerçekten esnekleşiyor." diyor.

*Realpolitik, herhangi bir ideale veya kurama bağlanmaksızın tamamıyla mevcut gerçeklere uyum sağlayarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak anlamında kullanılan Almanca terimdir. Kaynak: Vikipedi

Diğer sevdiğim bir diyalog da şu oldu:

"Yani, biz sadece başkalarının hırslarının insafına kalmış durumdayız?"
"Hep öyle değil midir zaten?"

Yine oldukça etkileyici bir sahne de Eric, Pierpoint'in 150 senelik tarihinden bahsedince, "Nostalji sadece bir şeyler satmak için işe yarar. Bana elle tutulur bir şeyler verin." deniliyor. Ve bölümün sonunda nepotizm ile Pierpoint'te çalışan Ali (Fady Elsayed), Körfez ülkelerinden getirdiği yatırım ile odaya girdiğinde, Eric, "Tarihten bir parça satın almak ister miydiniz?" diyor. Yani, sonunda, nostalji gerçekten bir şeyler satmaya yarıyor.

Anlayacağınız o ki, bu bölüm beni o denli etkiledi ki yeniden blog yazmaya ilhamım oldu. Yazmayı, hele ki Türkçe yazmayı ne kadar özlediğimi hatırlattı bana. Üçüncü sezon finali olacak, bir sonraki, 8. bölüm hakkında yazmayı çok isterim. Sizin düşüncelerinizi duymak beni mutlu eder, eğer sizin de ilginizi çeken ve benim gözümden kaçan detaylar varsa duymayı çok isterim. Yine, 8. bölüm hakkında teorileriniz varsa yorumlarda paylaşabilirsiniz. Başka bir yazıda, umarım bir daha bu kadar ara vermeden, görüşmek dileğiyle!

19 Mart 2020

Succession Dizi İncelemesi (İlk 2 Sezon)



Herkese merhabalar! Bu yazıda sizlere Succession'dan bahsedeceğim. Haftalardır izlediğim ve her bölümünde beni farklı konularda düşündüren bir dizi Succession. Dizi, 2020 Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Drama Dizisi ödülünü alırken Brian Cox da dizideki rolü ile En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Ayrıca dizi, uzun zamandır dinlediğin en iyi Soundtrack'e sahip. Öyle ki Primetime Emmy'de En İyi Açılış Müziği ödülünü kazandı. Gelin, bu bol ödüllü diziyi yakından inceleyelim. İyi okumalar! 

Yazı dizi hakkında bolca spoiler içeriyor. Eğer diziyi henüz izlemediyseniz, "Dizi Üzerine Düşünceler" bölümünü okumamanızı tavsiye ederim.


Konu, Yönetmen, Senarist ve Oyuncular


Succession, bir aile şirketi olan Waystar Royco şirketinin kurucusu Logan Roy'un halefi olarak çocuklarından kimi seçeceğini konu alıyor. Dizinin başrollerinde Brian Cox, Jeremy Strong, Kieran Culkin, Matthew Macfadyen, Sarah Snook ve Nicholas Braun yer alıyor. Dizinin yaratıcısı ise Jesse Armstrong. Armstrong'a senaryoda pek çok farklı isim eşlik ediyor. 


Dizi Üzerine Düşünceler (Spoiler)

Dizinin ilk sezonu Logan Roy'un (Brian Cox) rahatsızlanması ile başlıyor. Kimsenin en küçük zayıflığını görmediği Logan Roy'un bu hallere düşmesi herkese onun bile ölümlü olduğunu fark ettiriyor. Ve işte bu noktada çocukları arasında sessiz bir taht mücadelesi başlıyor. Game of Thrones'ta Demir Tahtın sahibinin kim olacağını izlemiştik. Succession'da ise Waystar Royco'nun sahibinin kim olacağını izliyoruz. 
Başta da belirttiğim gibi beni dizinin en çok çeken tarafı işlediği konuların çeşitliliği oldu. Dizi şirketlerin politika üzerindeki etkisini, kadınların bu dünyada hep perde arkasında kalışını, zengin ve fakir arasındaki uçurumu anlatıyor. Dizi sayesinde ultra zenginlerin hayatına bir göz atma fırsatı buluyoruz. Malikanelerini, helikopter ve özel jet gezintilerini, networking etkinliklerini deneyimliyoruz. 
Dizinin başarılı bulduğum diğer bir yanı ise aşağıda ayrı ayrı değineceğim bu kadar ciddi konunun arasında komik diyaloglara da şahit olmamız. Greg (Nicholas Braun) ve Tom (Peter Friedman) arasındaki ilişki bunun en güzel örneği.
Aşağıda dizinin değindiğini düşündüğüm birkaç konu başlığına yer verdim. 

Basının Bağımsızlığı

Waystar Royco bünyesinde pek çok haber kanalını barındırıyor. Açıkçası ABD'deki haber kanallarının arka yüzünü bilmediğimden dizide geçen kanal isimlerini (mesela ATN) gerçek hayattakilerle bağdaştıramadım. Ancak dizide basının, tek tük haber kanalları (örn. Pierce) dışında, Logan Roy'un elinde olduğunu görüyoruz. Yani halkın izlediği haberlerin çoğu aslında Logan Roy'un penceresinden anlatılıyor. Logan Roy birini seviyor ve destekliyorsa haberlerde o kişi iyi şekilde gösterilirken, sevmediği insanlar hakkında oldukça saldırganlar haberler yapılıyor. Bu yüzden Başkanlık seçimlerini kazanmak isteyen bir adayın Logan Roy'la arası iyi olmalı. Yine bir bölümde de Azeri bir iş adamının para vererek basında Azerbaycan hakkında istediği şekilde haberler çıkmasını sağlamaya çalıştığını izlemiştik. (İlginç bir şekilde ikinci sezonun sonunda bu Azeri iş adamının Roman Roy'u (Kieran Culkin) Türkiye'ye götürdüğünü görüyoruz. Böyle bir dizide Türkiye'nin isminin bile geçeceğini düşünmüyordum. Baya sürpriz olmuştu. Tabi pek iyi bir şekilde görmüyoruz orası ayrı. :))

Dizinin çoğu bölümünde şirketin kapısının önünde eylemciler olduğunu görüyoruz. Hatta çoğu zaman bunun bahsi bile geçmiyor. Orada birisi ya da birileri ellerinde pankartlarla dururken karakterler önlerinden geçip gidiyorlar. Tabi bazen bu eylemler pasif şekilde yürütülmüyor. Hatırlarsanız bir bölümde bir eylemci Logan Roy'un üstüne idrarını atmıştı.

Politika - Şirketler

Büyük şirketlerin politika ve hatta devlet yönetimi üzerinde ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. Örneğin ilk sezonda Logan Roy Amerikan Başkanı ile görüşüyor. İkinci sezonda ise gemi turlarında yaşanan olaylar (yöneticinin çalışanlarından cinsel olarak yararlanması, cinsel taciz, cinsel saldırı, göçmen / kaçak yolcuların karıştığı kazaların onlara insan gözüyle bakılmaması sebebiyle araştırılmaması) sebebiyle şirket yöneticileri Senato'da duruşmaya çıkıyor. ABD'de halka açık şirketlerin halka karşı sorumlu olduğu kabul ediliyor. Bu yüzden şeffaflık yükümlülükleri var. Dolayısıyla şirketin bu tarz skandallara karıştığı, belgelerinde hile yaptığı vs. fark edildiğinde senato karşısına çıkabiliyorlar. Mesela o sahnede de görüyoruz ki Logan Roy'la arası iyi olan bir senatör onlara yardımcı oluyor. (Tabi sonunda yine de şirketin adını temizlemek ve vekalet savaşlarını kazanmak için bir kişinin üzerine sorumluluğu alması gerekiyor. Bu kişi de Kendall Roy (Jeremy Strong) oluyor. Ancak işler beklenildiği gibi gitmiyor. Buna aşağıda Kendall Roy başlığında değineceğim.)


Bu başlığın altında Siobhan Roy'dan (Sarah Snook) bahsetmezsek olmaz. Kendisi yıllardır politikanın içerisinde. Dizinin ilk sezonunda onu farklı başkan adaylarının danışmanlığını yaparken izliyoruz. Babası Logan Roy'un ona yaptığı teklifle birlikte (tabi sonraki bölümlerde yaptığı hareketlerle bu teklifi tehlikeye attığını görüyoruz.) onun politikadan şirket yönetimine geçişine tanık oluyoruz.

Her ne kadar yukarıda her iki alanın ne kadar bağlantılı olduğundan bahsetsem de tam olarak aynı şey değiller. Evet ikisinde de olay yönetim belki... Ancak şirketlerde siyasetten farklı olarak ticari kaygı ön planda (ideal olanında :). Yine de günümüzde bu iki alanın birbirinin içine geçmiş olduğu yadsınamaz. Ünlü bir şirket yöneticisinin ABD başkanı olduğuna tanık olduk. Tabi pek çok kez bocaladığına da :)

Kendall Roy


Logan Roy'un yerine çocuklarından hangisinin geçeceğini hepimiz merak ediyoruz. Dizi boyunca her birinin karakterlerini gözlemleme fırsatı buluyoruz. Çocukların belki hepsinin kusurları var ancak biri var ki en ilginç aday o: Kendall Roy.  Kendisi eski bir uyuşturucu bağımlısı. Arada tekrar tekrar uyuşturucuya geri döndüğüne tanık oluyoruz. Kardeşler arasındaki en güçlü aday. Ancak babasının yaşına ve rahatsızlığına rağmen bir türlü koltuğunu bırakmak istememesi üzerine, Kendall Roy ayırt etme gücünden şüphe ettiği babasına karşı güvensizlik oylaması yaptırıyor. Aslında kendi safına pek çok kişiyi çekmesine karşın hem biraz kaderin cilvesi hem de babasının nüfuzu sebebiyle oylamayı kaybediyor. 

Kendall Roy, ilk sezonun sonunda bir çalışanlarının ölümüne sebep oluyor. Babasının bu olayın üstünü kapaması ve onu kurtarması ile Kendall'ın babasının esiri haline geldiğini görüyoruz. Bazı bölümler babasıyla arasının düzelme sebebinin vefa mı sevgi mi yoksa korku mu olduğundan emin olamıyoruz. Tabi dizideki tüm karakterler hakkında bu düşünülebilir. Zaten Logan Roy'un kendisi de bir bölümde eşi Marcia'nın kendisine "Seni sevdiklerinden emin oldun mu" diye sorması üzerine "Sevgi, korku, ne fark eder" diyor.


İkinci sezon boyunca intihara eğilimli olduğunu görüyoruz. Garsonun ölümünden beri içine kapandığını ve halefiyet konusunda biraz hırsını kaybettiğini izledik. İkinci sezonun sonunda ise Kendall kendisinden hiç beklemediğimiz bir şey yapıyor. Şirket belgelerinde hile ve gemi turu skandallarının sorumluluğunu üzerine almak için yapacağı açıklamada babasının tüm bunlardan haberdar olduğunu ve tüm suçun babasında olduğunu söylüyor. Bakalım Logan Roy üçüncü sezonda bu durumu nasıl düzeltecek.

Siobhan Roy


Kendisi çocuklar arasındaki en zeki ve yetenekli aday olduğu halde babası sırf kadın diye onu hiçbir zaman halefi olarak düşünmüyor (ta ki Kendall babasına ihanet edene kadar.). Zaten şirket yönetimi yerine politikayı seçme sebebinin babasına nispet yapmak olduğu birkaç kere vurgulanıyor. Hatta babasının görüşlerinin tam tersini savunan başkan adayı Gil Eavis'e (Eric Bogosian) danışmanlık yapıyor.
Şirketin bocaladığı zamanlarda Siobhan'ı sırf kadın diye şirketin yumuşak yüzü olarak kullanmaya çalışıyorlar. Dizi feminizm konusunu da Siobhan üzerinden işliyor.

Roman Roy



Yaramaz küçük kardeş. Çoğu zaman salak bulunarak dikkate alınmasa da baş hukuk müşaviri Gerri ile kurdukları ortaklık ile halefliğe oynuyor. Esprileriyle diziye renk katan bir karakter. Aynı zamanda kendisi bir şişe sütün fiyatını bile bilmediğinden babası tarafından eleştirilmiş ve bu sebeple yöneticilik kursuna katılmıştı. Kurs sırasında gösterdiği performans ile o kadar da boş bir aday olmadığını herkese gösterdi.

Zengin - Fakir

Dizinin ana temalarından birini de bu başlık oluşturuyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi Kendall Roy, garsonlarından biriyle arabadayken uyuşturucunun etkisiyle arabayı bir göle sürüyor ve kazadan kendisi kurtulurken genç adamı orada bırakıp gidiyor ve adam sabah ölü bulunuyor. Garson çocuk ölmeden önce Logan Roy'un ona bağırdığını görmüştük. Garson çocuğun ailesi Logan Roy'dan bir özür beklediklerini söyleyince, Logan ve Kendall genç çocuğun ailesinin evine gidiyorlar. Evden çıktıklarında Logan Roy kendi oğlunun da bir bağımlı olmasına ve aslında çocuğun ölümünden oğlunun sorumlu rağmen şöyle diyor: "Zavallılar, oğulları bağımlı olduğundan mahçuplar. Oysa biz öyle miyiz bizim utanacak hiçbir şeyimiz yok. İyi insanlarız." 

Yine ilk sezonda Roman'ın çalışanlardan birinin çocuklarıyla zalimce oyun oynaması üzerine Logan Roy'un müstakbel damadı Tom'un (Matthew Macfadyen) kendisine hediye ettiği saati onlara verdiğini görüyoruz. Logan Roy için her şeyin cevabı para ve herkesin bir fiyatı var.

Logan Roy'dan Liderlik Dersleri


Dizinin bir ders niteliği taşıdığı da söylenebilir. İzlerken her defasında Logan Roy'un insan yönetimine hayran kalırken buldum kendimi. Her ne kadar iyi bir insan olmasa da kesinlikle iyi bir yönetici.  Öncelikle onun yöneticilik anlayışına göre çalışanlarını sevmek ya da onlara güvenmek zorunda değilsin. İşine yaradıkları sürece yanında durabilirler. Örneğin Frank (Peter Friedman) ona ihanet ettiği halde işi düştüğünde yine ekibe aldı.

Logan Roy'un yöneticilik anlayışının püf noktalarından biri de herkesin fikrini dinlemesi. Beklemediğin biri beklemediğin bir fikir verebilir.

Logan, Pierce'ı satın almak için uğraşırken onların şartını kabul etmediği halde, Pierce onun teklifi kabul edince "Para her zaman kazanır." diyor. Yeterince paranız varsa ne olursa olsun yanınızda pek çok kişi olacaktır.

Etik ve Şirketler

İkinci sezondaki "Safe Room" bölümünde iş yerinde bir intihar olduğunu görüyoruz. Herkes bunun bir terör saldırısı olduğunu düşünüp güvenli odalara götürülüyor. Çalışanlardan birinin yaşamına ofisin içinde son verdiğini duyunca bir terör saldırısı olmadığı için herkes rahatlıyor. Kimse intiharın üzerine bile düşmüyor.

Tom "ATN: We're Listening" sloganını seçmişken, o sloganı kullanamayacağını çünkü ATN'in gerçekten insanları dinlediğini öğreniyoruz.

Waystar Royco'nun gemi turlarında kadın çalışanlarla sözleşmelerini uzatabilmek için cinsel ilişkiyi şart koşan bir yönetici olduğunu öğreniyoruz. Yine gemi turları sırasında denize düşen insanlar eğer göçmen/kaçak yolcu ise o kazalara "No-real person involved" ("Gerçek insan karışmadı") isminin verildiğini ve araştırma yapılmadığını hatta düşen insanların kurtarılmaya bile çalışılmadığını görüyoruz. 

Logan Roy tüm bunlardan haberdar olduğu ancak önemsemediği halde, ikinci sezonun sonunda gemi turları sebebiyle soruşturmaya girerken şöyle diyor: "Bu bir kültürel sıçrama. Başkalarının günahları için yargılanıyoruz."

Bu noktada dizi şunu sorguluyor: şirket yönetimi şirketin içinde dönen her türlü kabahatten sorumlu mudur? Şirketin karını yüzdelerine göre paylaşan yönetim kurulu şirketin işlediği suçlardan da sorumlu olmalı mıdır? Gemi turlarındaki kadın çalışanlardan cinsel olarak yararlanan o adam tüm Waystar Royco'yu temsil eder mi?

Sonuç 

Succession'ı çok beğendim. Üçüncü sezonunu sabırsızlıkla bekliyorum. Evden çıkmamamız gereken şu günlerde ne izlesem diye düşünüyorsanız, Succession güzel bir seçenek olabilir. :) Sonraki yazıda görüşmek dileğiyle. 

Siobhan ve Tom bir koyda Tom'un suçu üstlenmesini tartışırlarken

Roy kardeşler eğlenirken

Kendall Roy Siobhan Roy'a sarılırken 

Logan Roy'un eşi Marcia ve Siobhan Roy

29 Aralık 2019

Küçük Joe / Little Joe (2019) Film Eleştirisi


İngiltere, Avusturya ve Almanya'nın ortak yapımı Küçük Joe filmini izledim. Cannes Film Festivalinde gösterilen filmin yönetmen koltuğunda Avusturyalı yönetmen Jessica Hausner oturuyor. Başrollerinde Emily Beecham (Alice Woodard), Ben Whishaw (Chris), Kerry Fox (Bella) ve Joe Woodard rolüyle Kit Connor yer alıyor. Küçük Joe, Emily Beecham'a Cannes Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırmıştı. Yazıda filmi ayrıntılı şekilde ele alacağım. Dolayısıyla filmi henüz izlemediyseniz doğrudan sonuç bölümünü okumanızı öneririm. İyi okumalar!

Konu

Genetik mühendisi Alice, insanları mutlu eden bir bitki geliştirir. Ancak bir süre sonra bitkinin insanlarda farklı bir etkisi olduğunu fark eder.

Film Üzerine Düşünceler 


Bilim insanı Alice, insanları mutlu eden bir bitki geliştirir. Uzun süre dayanıklı olup az bakım isteyen yeni bitkilerin aksine, bu bitki sürekli ilgi beklemektedir. Karşılığında da insanların oksitosin salgılamasını sağlayan bir koku yaymaktadır. Alice, geliştirdiği bitkisinin adını oğlunun adı olan Joe'dan esinlenerek "Little Joe" koyar. Ancak bir süre sonra Little Joe'nun yaydığı polenlerin bir şekilde insanların kişiliğini değiştirdiğini fark eder. 

Film mutluluğu, hayatın anlamını, duyguların içtenliğini ve gerçek kişiliğimizin nasıl olduğunu sorguluyor. Mutluluk nedir? Ne zaman mutlu oluruz? Bize birinin ihtiyaç duyması mı bizi mutlu eder? Filme göre bu yüzden Little Joe'yu seviyoruz. Anneleri mutlu eden de tam olarak budur: sürekli ona ihtiyaç duyan birinin olması.



Alice, Little Joe'yu onu üreyemeyecek şekilde geliştirir. Little Joe da üremek için bir yöntem geliştirir ve polenleri aracılığıyla insanları etkilemeye başlar. Böylece onun polenini soluyan insanlar onu korumak için ellerinden geleni yapmaya ve Little Joe'yu yaymaya çalışmaya başlarlar. Bu insanlar Little Joe'dan daha fazla başka hiçbir şeye değer veremez hale gelir. Artık onlar başka biri olmuştur ancak eski kişiliklerini taklit etmektedirler. Sanki kendi kendilerini oynamaktadırlar.  Aslında Little Joe'nun insanlara yaptığı bu etki, çocuklarının annelerine yaptığından farklı değil. Anneler, çocuklarını korumak için ellerinden geleni yaparlar. Çocukları hayatlarının anlamı, öncelikleri haline gelir. Sanki onların dışında hiçbir şeyin anlamı yoktur. Bir kere çocukları oldu mu artık onlar eskisi gibi değillerdir. Sadece eski kişiliklerini oynamaktadırlar. 

Film aynı zamanda hayatımızın amacının üremek olup olmadığını sorguluyor. Üreyemeyen Little Joe bile, üremek için bir yöntem bulmuştur. Bulduğu yöntem öyle güçlüdür ki milyonlarca insanı etkilemektedir. Bu temayı daha iyi anlamak için filmdeki Bella karakterinden bahsedebiliriz. Bella, mental hastalık geçmişi olan ve Alice ile aynı şirkette genetik mühendisi olarak çalışan yaşlı bir kadındır. Filmden bekar olduğunu anladığımız Bella'nın Bello isimli çok değer verdiği bir köpeği vardır. Üreyememiş ve kendi deyimiyle hayatının amacını yerine getirememiş olan Bella, geçmişte intihar girişiminde bulunmuştur. 

Bello, Bella'nın hayatına yeniden bir anlam katmıştır. Ancak bir gün Little Joe'nun polenlerini soluyan Bello, artık eskisi gibi değildir. Bella çok sevdiği Bello'yu artık eskisi gibi olmadığı için uyutturur. Bu noktada da size ihtiyaç duyan varlığın bir süre sonra ayak bağı olması ve aslında olduğunuz gerçek kişi olmanıza izin vermemesi işlenmiş. İşte böyle bir durumda Bella gibi Bello'yu öldürmek zorunda kalabilirsiniz ya da Alice gibi oğlunuzun değiştiğini fark edip ondan vazgeçebilirsiniz ya da onca emek verdiğiniz Little Joe'ları öldürmeye kalkabilirsiniz.


Daha da ilginci belki de içten içe farklı birisinizdir. Ancak toplumun size dayatmaları yüzünden çocuğunuza da vakit ayırmak zorunda kalıyorsunuzdur. Belki de işinizi çocuğunuza tercih ederdiniz. Yani gerçekten olduğunuz kişiyi inkar ederek hayatınız boyunca bambaşka bir insanı canlandırıyorsunuzdur. İşkolik Alice, her ne kadar oğlunun kendisine ihtiyaç duymasından hoşlansa da aslında o olmasa işine ve kendine daha çok vakit ayırabilecektir. 



Filmin sorguladığı diğer bir şey ise duyguların içtenliğini ölçüp ölçemeyeceğimiz. Bu noktada Chris karakterine değinmekte fayda var. Chris, Alice'ten hoşlandığını söylüyor. Hatta filmin sonlarına doğru, Little Joe'nun polenlerini soluduktan sonra Alice'i de kendi yanına çekmek için ona aşık olduğunu söylüyor. Alice, Little Joe'nun etkisini fark edip iş arkadaşlarına söylediğinde, bölüm başkanı şöyle söylüyor: Kim duyguların içtenliğini test edebilir ki? Gerçekten de öyle. Bazen kendimiz bile duygularımızın gerçek olup olmadığından emin olamıyoruz. Günümüzün büyük çoğunluğunu sahte duygularla geçiriyoruz. Sahte gülümsemeler, içten olmayan üzüntüler, şaşkınlıklar...

Biraz da filmdeki renk kullanımından bahsetmek istiyorum. Her bir sahne için pastel renklerin yanında onları patlatacak canlı bir renk seçilmişti. Mint yeşillerinin arasında koyu mor, beyaz saksıların içinde kırmızı Little Joe'lar. Sakinliğin, dinginliğin içersinde bir patlama. Ayrıca, sahnelerin kompozisyonları çok başarılıydı. Filmi oynatırken herhangi bir anda durdurup fotoğrafını çekseniz çok güzel fotoğraflar çıkacağına eminim. Bu anlamda filmi oldukça başarılı buldum.

Son olarak, oyunculuklara değinmekte fayda var. Ne de olsa film Cannes'dan En İyi Kadın Oyuncu ödülü ile döndü. Emily Beecham'ın performansı gerçekten etkileyiciydi. Ancak onun yanında 2004 doğumlu Kit Connor'ı da takdir etmek gerek. Bence en iyi ikinci performans da onundu.

Sonuç

Her ne kadar filmin işlediği temalar ilgimi çekse de filmi çok beğendiğimi söyleyemem. Bence olması gerektiğinden uzundu. Ayrıca bazı yerlerde konuyu çok dallanıp budaklandırıyordu, gereksiz sahneleri vardı. Ancak kanımca, bir film sizi düşündürüyorsa iyi bir filmdir. Bu film de beni fazlasıyla düşündürdü. Oyunculuklar da başarılıydı. Dolayısıyla, filme 3.5 yıldız veriyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle.

You can find the English version of this review here.

Little Joe (2019) Film Review


I watched "Little Joe" which was produced jointly by the UK, Austria, and Germany. The Austrian director Jessica Hausner directed the movie which was shown at the Cannes Film Festival. Emily Beecham (Alice Woodard), Ben Whishaw (Chris), Kerry Fox (Bella) and Kit Connor (Joe Woodard) are the stars of the movie.  Emily Beecham won the Best Actress award at the Cannes Film Festival with Little Joe. In today's post, I will discuss this movie in detail. Therefore, if you haven't watched the movie yet, I advise you to directly read the Conclusion part. Have a good read!

Theme

Alice who is a senior plant breeder at a corporation engaged in developing new species develops a plant that makes people happy. However, she soon realizes that this plant affects people in a different way.

Thoughts About the Film

Scientist Alice develops a plant that makes people happy. Contrary to the species which are more resistant and therefore ask for less care, this particular plant asks for care all the time. In return, this plant gives off a scent that makes people excrete oxytocin. Alice names this plant "Little Joe" after her son's name. However, soon, she realizes as this plant pollinates, the personalities of people who smell these pollens somehow change.


The movie discusses themes such as happiness, the meaning of life, sincereness of the emotions and what are our true selves are. What is happiness? When are we happy? Does it make us happy that someone needs us? According to the movie, that is why we love Little Joe. That is exactly what makes mothers happy: There is someone that needs them.

Little Joe is infertile. However, it finds a way to breed and starts to affect people through its pollens. Thus, people who smelled its pollens start to do what they can do to protect it and spread it. In the end, these people cannot value something or someone else but Little Joe. They have become someone else now but they still pretend what they used to be. It's like they are playing themselves in a play, or a movie. Indeed, it is no different than the way that children affect their mothers. Mothers do anything they can to protect their children. The children become the meaning of their lives, their first priority. It is like nothing else matters except them. Once they have a child, they are not their old selves anymore. They just start pretending their old personalities.

The film also discusses if our lives based on breeding. Even the plant Little Joe found a way to breed. The way is so strong that influences millions of people. To understand this theme better, we can talk about the character Bella. Bella is an old lady who works at the same company with Alice as a genetic engineer and has a history of mental illness. Bella, as we understood she is single, has a dog named Bello. Since Bella could not produce, in her own words, execute the meaning of her life, she committed suicide in the past.

Bello gave a different meaning to her life again. But someday, Bello smells the pollens of Little Joe and changes. Bella puts Bello down since he is not himself anymore. At this point, the movie examines the situation that the thing which needs you becomes an impediment and does not let you become the real person you are. In these kinds of situations, you could kill Bello just like Bella or like Alice, you can give up on your son since he changed. Even you could try to kill all those "Little Joe"s that you put so much effort into.



Perhaps, in deep, you are a different person but you have to take time with your child because society imposes you so. Perhaps, in the optimal circumstances, you could choose your job over your son. Maybe you are denying who you really are and impersonating another person your whole life. Workaholic Alice could have taken more time to her job and herself if Joe has not ever existed, even though she loves the fact that he needs her.



The film also asks if we could evaluate the sincerity of emotions. We can mention Chris at this point. Chris says that he likes Alice. Indeed, by the end of the movie, after he smelled the pollens of Little Joe, he tells her that he is in love with her to pull her on his side. When Alice realizes Little Joe's effects, her colleague says: Who can test the sincerity of emotions?  Indeed so. Sometimes, even we cannot be sure if our feelings are true. We live with dishonest emotions. Dishonest smiles, dishonest sadness, dishonest astonishments.

I would also like to mention the colors of the movie. Vivid colors are used beside pastel colors in every scene. Dark purple amongst mint green colors; red "Little Joe"s inside white flowerpots. An explosion amongst calmness, serenity. The compositions of the scenes were fascinating.  If you pause the movie and take a picture, it would look pretty. I found this movie successful this wise.

Lastly, it is worth mentioning acting since Emily Beecham won the Best Actress award with this movie at the Cannes. Her performance was pretty impressive. Also, Kit Connor must be appreciated alongside her. I believe he was the second-best acting-wise.

Conclusion

Although I enjoyed the themes of the movie, I cannot say that I really liked this movie. I believe it is too long because there were unnecessary scenes. However, in my opinion, if a movie makes you think, it is a good movie. Also, the performances were great. Therefore, I give 3.5 stars for this movie. I wish I see you in the next post.

Bu yazının Türkçe versiyonunu buradan okuyabilirsiniz.

14 Eylül 2019

Elektrik Savaşları/ The Current War Film İncelemesi


2017 yapımı olduğu halde ülkemizde bu hafta vizyona giren Elektrik Savaşları (The Current War) filmini izledim. Filmi her ne kadar sinematik olarak mükemmel bulmasam da filmin bana düşündürttükleri dolayısıyla bir inceleme yazısı yazmaya karar verdim. 

Filmin yönetmen koltuğunda Alfonso Gomez-Rejon oturuyor. Filmin senaryosu ise Michael Mitnick'e ait. Başrollerinde Edison rolü ile Benedict Cumberbatch, Westinghouse rolü ile Michael Shannon, Tesla rolü ile Nicholas Hoult ve son olarak Samuel Insull rolü ile Tom Holland bulunuyor. Film 19. yüzyılın sonlarında Edison ve Westinghouse arasında geçen elektrik savaşlarını konu ediniyor.

Film Üzerine Düşünceler (Spoiler!)

Öncelikle filmin senaryosunun yeterince iyi olmadığını düşünüyorum. Bence pek çok farklı noktaya aynı anda değinilmek istenmiş. Sonuç olarak film oldukça dağınık olmuş. Mesela Tom Holland'ın canlandırdığı Samuel Insull karakteri havada kalıyor. Yine ölüm cezasının ABD Anayasasının "zalimce ve olağan dışı cezalandırma"yı yasaklayan maddesini ihlal edip etmediğine dair yapılan duruşma sahnesi, Edison'ın eşinin hastalığı ve sonunda ölümü, Edison'ın oğlu ve kızı, oğlunun mors alfabesini bilmesi, kızının piyano çalması gibi gereksiz detaylar filmin konusunu oldukça dağıtmış. Hatta Nicholas Hoult'un canlandırdığı Tesla karakteri (özellikle filmin ilk yarısında) sanki birkaç satır da bunun için yazalım denmiş gibi. Hele ki Tesla'nın göçmen oluşu ve bu yüzden dışlandığı gibi detayları da vermeye çalışması filmi hem konusundan uzaklaştırmış hem de değinmeye çalıştığı bu noktaları değersizleştirmiş. Kötü kısımları geride bıraktığımıza göre ilginç kısımlarına geçebiliriz.



Bu filmin başarısı mı yoksa gerçekte olan olayların etkisi mi bilmiyorum ama filmden çıktığımda kafamda onlarca ilginç düşünce vardı. Bunlardan ilki şuydu: Geleceği bilim adamları mı yoksa hukukçular mı yazıyor?

Bunu ilk okuduğunuzda "Bilimadamları tabi ki! Bu da soru mu?" demiş olabilirsiniz. Filmden önce ben de öyle derdim sanırım. Sonuçta bugün hemen hemen her şeyde kullandığımız elektriği bilimadamları bulmasaydı şu an dünya ne halde olurdu? Sahi, hangi bilimadamı buldu elektriği? İşte burada hukuk devreye giriyor. Daha özel olarak, patent hukuku. Bana kalırsa filmin adını Patent Savaşları da yapabilirlermiş. Filmi izlerken ilk olarak patent hukukunun ne kadar değerli olduğunu fark ettim. O dönemde ABD'de bildiğiniz patent savaşları yapılıyormuş. Patent hukuku Türkiye'de yeni sayılabilecek bir alan. Bir kanunla düzenlemesi bile daha yeni 2017 yılında oldu (6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanununda düzenleniyor). Dolayısıyla taa o zamanlar bu alanın bu denli önemli olduğunu görmek ilginçti.

Filmde pek çok başka hukuki gönderme de var. Mesela idam cezası ABD Anayasası'nın "Aşırı, zalim ve olağandışı cezalar"ı yasaklayan maddesini ihlal ediyor mu? İdam cezası insancıl ve hukuka uygun bir ceza mı? Aslında bana kalırsa bu filmi konusunun dışına çıkan gereksiz bir detaydı. Eğer salt sinematik açıdan bakarsak bu sahnenin neredeyse hiçbir anlamı yoktu ve konuyu dağıtıyordu. Ancak beni düşündürdü doğrusu. Özellikle elektrikli sandalyede idam edilen adam ile aynı anda Chicago fuarının elektrikle aydınlandığı sahne. Film bir sorgulama yapıyordu. Elektrik iyi mi kötü mü? Her iyi şeyin bir de kötü yanı oluyor. Elektrikli idam sandalyeleri de elektrikle çalışıyor. Bana kalırsa, film bu kısmı ele alması gerektiğinden uzun şekilde ele almış. Eskiden idam yöntemlerinin çok kanlı olduğundan ya da insancıl olmadığından başlayıp elektrikli sandalye ile idam edilecek ilk kişi olan adamın karısını öldürdüğünü itiraf ettiğini söylediği anı bile gösteriyorlar. Çok gereksizdi.

Filmde şirketler hukukuna daha özel olarak şirket birleşme ve devralmalarına da pek çok atıf vardı. Filmden çıkınca hukukun gerçekten hayatın her alanında önemli bir rolü olduğunu bir kere daha hatırladım. Tesla kendi kurduğu şirketten atılıyor, Edison kendi kurduğu şirkette sadece hissedar olup şirketin isim değiştiriliyordu.

Filmde sıkça tekrarlanan bir diğer tema da "hatırlanmak"tı. Özellikle Westinghouse, Edison'ı dünyada hatırlanmak istediği için adını her yere yazmaya çalışmakla suçluyordu.

George Westinghouse: "Eğer hatırlanmak istiyorsan, bu basit, bir başkanı vur. Ama benim deyimimle bir mirasın olsun istiyorsan, dünyayı bulduğundan daha iyi bir yer olarak bırak."


Filmin güzel yanı kimsenin kötü karakter olmamasıydı. Filmde gitmeden önce konu hakkındaki geçmiş bilgilerime dayanarak Edison'ın kötü gösterileceğini tahmin ediyordum. Ancak öyle olmadı. Kimse kötü değildi. Ancak Westinghouse hepsine kıyasla daha iyi bir adam gibi resmedilmişti. Edison'la rakip değil de ortak olmaya çalışıyordu.

Edison'ın bugünkü sinemanın mucidi olduğunu bilmiyordum. Filmde öğrendim. Filmin sonunda Edison'ın sinema ekranından Tesla ve Westinghouse'un birlikte yaptığı şelale projesini izlemesi hoş bir detaydı. Yine Westinghouse'un "Edison Ödülü"nü kazanması da öyle.

Kısacası filmin anafikri bugün sahip olduğumuz çoğu şeyi Edison, Westinghouse ve Tesla'ya borçluyuz. Bu bir ekip çalışması. Onlar bugünlerin, modern zamanların, aydınlık bir dünyanın mucitleri.

Bu arada eğlenceli bir bilgi olarak şunu da söyleyeyim: Edison gerçekten "westinghoused; westinghousing" diye bir kelime yaratmış. Elektrikli sandalyede insan öldürmeye bu isim veriliyormuş. Tabi ki resmi sözlüklerde yok. Ama urbandictionary'de var mesela.


Sonuç

Filmi o dönem yaşanan olayları merak edenler için önerebilirim. Film biraz sıkıcıydı, özellikle ilk yarısı. Kostümler oldukça güzel. İzlemesi keyifli bir tarihi biyografik bir film. Filme 3.5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!

06 Ağustos 2019

Ritüel / Midsommar (2019) Film İncelemesi


Merhabalar! Midsommar (Ritüel) filmini izledim. Filmi oldukça beğendim. Doğrudan film hakkındaki spoiler'sız düşüncelerimi okumak isterseniz Sonuç kısmına bakabilirsiniz. İyi okumalar!

Fragman

Konu

İlişkileri sallantıda olan bir çift, arkadaş gruplarıyla birlikte İsveç'in kırsalında gerçekleşen yaz ortası festivaline katılır. Ancak festival bekledikleri gibi çıkmaz. Grup kendini pagan kültürü geleneklerini devam ettiren bir cemiyetin arasında bulur.



Yönetmen, Senarist, Oyuncular

Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini Ari Aster üstlenmiş. Filmin başrollerinde Florence Pugh (Dani) , Jack Reynor (Christian), Vilhelm Blomgren (Pelle) bulunuyor.

Film Üzerine Düşünceler

Normalde çok fazla korku filmi izleyen biri değilim. Dolayısıyla bu türe yabancı olduğumu söyleyebilirim. İlginç bir biçimde iki korku filmi yazısı üst üste geldi. (Bkz: Us Film İncelemesi) Bu iki filmin de ortak noktası aşina olduğumuz konseptleri kurguyla birleştirmeleri. Gerçekçiliği arttıran bir şey bu. Yani mesela gerçekten el ele tutuşan insanlar vardı (Us) ve gerçekten bir yaz ortası festivali de var. 
Açıkçası Us (Biz) filmi beni korkutmamıştı ama Ritüel beni kelimenin tam anlamıyla dehşete düşürdü. Bu kadar çiçekli bir filmin insanı bu denli korkutması bence takdire şayan. Klasik korku filmleri karanlık eski evlerde, korkunç ormanlarda, ne bileyim korkunç ve karanlık yerlerde geçer. Ama bu film öyle değil. Bu film arkaplanda açık mavi bir gökyüzü ve binlerce rengarenk kır çiçeği varken bile sizi korkutmayı başarıyor.


Filmin her bir sahnesi görsel bir şölen. Çekimler oldukça başarılı. İşin teknik kısmına çok hakim olmasam da daha önce görmediğim çekimler olduğunu söylemeliyim. Özellikle Dani 'Mayıs Kraliçesi' seçildikten sonra tacındaki çiçeklerin, oturduğu çiçeklerden oluşan koltuktaki bitkilerin hareket etmesi oldukça ilgi çekici detaylardı. Filmin temelini oluşturan Pagan inancı doğrultusunda doğanın canlı olduğunu gösteren küçük detaylardı.


Filmdeki şarkılar görsellikle birleştiğinde tüyleri diken diken eden sahneler ortaya çıkmış. Christian ve Maja'nın cinsel birliktelik sahnesi, hayat döngüsünü sağlayan yaşlıların uçurumdan atlaması vs. Yine Christian ve Maya'nın cinsel birliktelikleri esnasında çıkan seslerin diğer taraftan Dani'nin feryatlarıyla birleşmesi de etkileyici sahnelerdendi. 
Dani, filmin başında ailesini trajik bir biçimde kaybediyor. Bu sahnede Christian'ın kucağında bağırarak ağladığını görüyoruz. Bu ağlama filmin ilerleyen kısımlarında göreceğimiz Pagan tepkilerine oldukça benziyor. Ailesini bir gecede kaybeden Dani, en sonunda kocaman ama tüyler ürpertici bir ailenin parçası oluyor. Zaten Pelle, Dani'nin topluluğun bir parçası olacağını, Mayıs Kraliçesi olacağını öngörmüştü. Filmin sonunda Dani'nin gözyaşlarının arasında bir gülümseme görüyoruz.



Yine ensest ilişkiden doğan engelli çocukların zihinlerinden çıkan çizimlerin kahinler tarafından yorumlanarak kutsal kitaplarının yazılması ilginçti. Sebep olarak da bu insanların zihinlerinin bilişsel aktiviteler tarafından kirlenmediği söyleniyordu.



Arkadaş grubunun üyelerinin teker teker farklı biçimlerde ölüşü klasik bir korku filmini andırıyordu. Ancak ilgimi çeken bir tanesi var. Christian'ın adı Hristiyan anlamına geliyor.  Christian film boyunca bize gösterilen en itici karakter. Filmin sonunda en büyük ve görkemli ölüm de onun oluyor. Bildiğiniz gibi Paganizm Hristiyanlıktan önceki dönemde hüküm sürüyor. Bana kalırsa karakter için bu ismin seçilmesi tesadüf değil. Yani Neopagan bir grup Hristiyanlığı yakıp bitiriyor.


Filmin ardından biraz araştırma yaptım. Ari Aster, IMDb'ye filminin Robin Hardy'nin The Wicker Man filminin başlattığı türe bir katkı olduğunu söylemiş. Aynı zamanda filmin en basit ifadeyle bir ayrılık filmi olduğunu söylemiş. Kendisi herhangi bir 90'lar lise romantik komedisi izlerseniz aradaki benzerlikleri göreceğinizi söylüyor. Başkahraman bir kız ve yanlış adamla birlikte. Üstelik doğru adam burnunun dibinde. Filmin sonunda da kız adamdan ayrılıp tüm kötü anılarını ateşe veriyor ve yeni bir güne uyanıyor. Aster, amacının insanları kafası karışık bırakmak olduğunu da belirtiyor. Doğrusu amacına ulaştığını söylemeliyim.

Neopaganizm

Yaptığım araştırmalara göre pagan geleneklerini devam ettirmeye çalışan gruplar hala var. Bu gruplar özellikle İskandinavya'da bulunuyor. Bu akıma "neopaganizm" deniyor. Bu gruplar filmde gösterildiği kadar marjinal midir bilemiyorum.

Gerçekten bir Midsummer (Yaz Ortası Festivali) Var Mı?

Midsummer festivali diye bir festival gerçekten var. Bir İskandinav geleneği. Tabi ki filmdeki gibi korkutucu değil. Eskiden Yaz Ortası Festivali yılın en uzun gününü ve yazın gelişini kutlamak için yapılan bir pagan bayramı imiş. Katoliklikten sonra bunların yanında Aziz John Baptist'in doğumu da kutlanmaya başlanmış. Günümüzde yaz ortası festivali tamamen doğa ve ışığın gelişi ile ilgili. En önemli simgelerinden biri de "maypole". Bu festivallerde Små grodorna adını verdikleri ve kurbağa hareketlerinden esinlenilmiş bir dans yapılıyor. Büyük ihtimalle filmdeki danslarda da bundan esinlenilmiş. Festival kıyafetleri de filmde gösterilene oldukça benziyor. Yani aslında filmdeki çoğu şey gerçek bir midsummer festivaliyle tıpatıp aynı. Kaynak: Refinery29
İsveç'teki yaz ortası festivallerinde birinde kullanılan "maypole"
Filmdeki "maypole"


Sonuç

Film 2 saat 27 dakika, oldukça uzun. Eğer daha hareketli filmlerden hoşlanıyorsanız tavsiye etmem. Aynı zamanda hassas görüntülere karşı çok duyarlıysanız yine tavsiye etmem. Çok fazla şiddet içeren görüntü var filmde. Tüm bunlara rağmen yine de türünün en iyilerinden olan bir filmi izlemek istiyorsanız Ritüel'i tavsiye ederim. Oyunculuklarıyla, müzikleriyle, görselliğiyle film oldukça üst düzeydi. Filmden mutlu bir biçimde çıkmayı beklemeyin. Film bir korku filmi neticede. İşini oldukça iyi yaptığını söyleyebilirim. Sonraki sabah bile hissedeceğiniz bir rahatsızlık hissi bırakıyor. Filme 5 yıldız veriyorum. İyi seyirler!





Ari Aster, Florence Pugh ve Vilhelm Blomgren film çekimlerinde